-
İki Ülkenin Övgüsü [Öykü]
Samet Demir

Mayıs ayıydı. Güzel bir sabahın ortasında hava kızıl bir pusla karardı. Bu andan sonra güneş neredeyse görülemez hale geldi. Güvenli bir yer bulup sığınamayan insanlar, toz duvarları arasında bayıldılar. Daha şanssızlarıysa boğulmuşlardı.
Hamsin rüzgârları, kumdan yaratılmış bir canavar edasıyla güneyden gelerek Mısır’ı vurmuştu. Mısırlıların yaşam suyu Nil nehri, ince yeşil bir örtünün arasından akarken onun etrafını saran korkunç çöl kendisini hatırlatmıştı.
Kralın kızı Nefertiabet, Memfis’teki sarayın en güzel odasındaydı. İnce işçilikle yapıldığı çok belli olan boğa bacaklarıyla tamamlanmış bir taburenin üzerinde oturuyordu. Masasının üzeri yiyeceklerle doluydu. İyi bir ziyafet çektikten sonra birasını yudumlarken düşüncelere dalmıştı. Leopar derisinden elbisesi, sağ omzunu açıkta bırakıyordu. Uzun siyah peruğunun bir kısmı omzuna dökülüyor, bir kısmı ince beline doğru iniyordu. Gözlerine bir an olsun bakabilen kişi oradaki kararlılıktan büyülenirdi. Onu yakından görme şansına erişenler, bu zarif ve çekici kadının Tanrıça İsis’ten bir parça olduğuna inanırlardı.
Nil nehrinin sularının Mayıs’ta yükselmeye başlamasıyla Khufu, Birleşik Mısır’ın kralı olarak ülkenin kuzeyine ve güneyine yaptığı seyahatlere ara vermişti. Sınırsız güçle hükmeden bütün hükümdarlar gibi özgüvenle doluydu. Tanrı Osiris’in yeryüzündeki yansımasıydı. Tutkularına ve hırslarına gem vurulamazdı. O gün, Nefertiabet’in odasına girdiğinde prensesi düşünceli buldu. Khufu, en nazik haline bürünerek kibarca sordu:
“Mısır’ın en güzel kadınını bu denli düşündüren şey ne olabilir?”
Nefertiabet toparlandı. Düşüncelerinden sıyrılarak güler yüzle karşılık verdi:
“Hoş geldiniz Majesteleri! Güneş Tanrısı’na dua ediyordum.”
“Eminim Ra, bütün dileklerini kabul edecektir.”
“Sizden de bir isteğim olacak Majesteleri. Umarım bu isteğimi yerine getirirsiniz.”
“Elbette. Sadece söylemen yeterli.”
“Yaptırdığınız piramidi yerinde ziyaret etmek isterim.”
Khufu, prensesin isteğini makul bulduğunu gösteren bir baş onayıyla gülümseyerek odadan ayrıldı. Derhal piramidin baş mimarı Hemiun’u odasına çağırdı. Bu ziyaretin hazırlıklarıyla ilgilenmesini buyurdu. Hemiun, kraliyet soyundandı. Ayrıca Khufu’nun yeğeniydi.
Nil Deltası yakınlarındaki Memfis Sarayı’nın o gün büyüleyici bir manzarası vardı. Nefertiabet, saraydan ayrıldığında hava çok güzeldi. İki Ülkenin Övgüsü bir prenses ağırlayacağından özenle hazırlanıyordu. Sedir ağacından yapılmış müthiş bir teknenin kendisi için hazırlandığını gören Nefertiabet adımlarını hızlandırdı. Onu Hemiun karşıladı. Elini uzatarak prensesin tekneye binmesine yardımcı olurken coşkulu bir ses tonuyla konuştu:
“İki Ülkenin Övgüsü’ne hoş geldiniz.”
“Biliyor musun Hemiun, bu teknenin adı çok hoşuma gidiyor.”
“Kral Sneferu bu kızın inşasında kullanılan sedir ağaçlarını Fenike’den getirtmişti.”
O an, Hemiun, belki de Sneferu’nun Khufu’dan daha yumuşak mizaçlı bir kral olduğunu düşünmüştü. Ancak artık Kral Khufu’nun devriydi, bu yüzden düşüncesini dile getirmedi. Prensesin korunaklı köşküne geçtiğini görünce kürekçilere işaret verdi. 12 kürekçi aynı anda küreklere asıldılar, tekneyi kuzeye doğru yüzdürmeye başladılar. Adıyla Yukarı ve Aşağı Mısır’ın birliğini ifade eden güzel tekne, Nil’in sularında tasasız süzülüyordu. Nil Nehri, güneyden kuzeye doğru aktığı için ülkenin güneyine Yukarı Mısır, kuzeyine Aşağı Mısır deniliyordu.
Giza’ya vardıklarında tekneden önce mütevazı sayıdaki koruma askerleri indi. Askerleri Büyük Piramit’in mimarı Hemiun takip etti. Prensese inmesi için elini uzattı.
Piramit tamamlandığında kuşkusuz Mısır’ın en görkemli yapısı olacaktı. Nefertiabet çalışmaları izlerken gördüklerine inanamıyordu. Piramit alanının etrafına adeta yeni bir şehir kurulmuştu. Ömründe bu kadar insanı hiç bir arada görmemişti. Hemiun, prensesin hayranlığını artıracak şekilde konuşmaya başladı:
“Burada çalışan insanların çoğu mimarlardan, astronomlardan, matematikçilerden, yetenekli zanaatkârlardan ve ülkenin en iyi uzman işçilerinden oluşur. Nil’in taştığı dönemlerde çiftçiler de yardımcı olur.”
Prenses, taş ocaklarından getirilen devasa taş bloklarını görüyordu. Gemilerle taşınmış taş bloklar, piramit inşaat alanının yakınlarına kadar naklediliyor, kızaklara yükleniyor, insanlar ve hayvanlar tarafından rampanın üzerinde çekiliyordu. Hemiun’u gören insanlar onu saygıyla selamlıyorlardı. O, devletin veziri ve piramidin mimarıydı. Prensesin bölgedeki varlığıysa insanların çalışmaları için ayrı bir şevk kaynağı olmuştu. Nefertiabet bir an için mimara döndü. Şöyle dedi:
“Merak ediyorum Hemiun, çatısı bittiğinde nasıl görünecek? Böyle bir ağırlık nasıl ayakta kalır?”
“Yukarıdan aşağı doğru gelen muazzam ağırlığı azaltmak için piramit içinde Büyük Galeri tasarladım. Piramit bittiğinde kuşkusuz müthiş görünecek. Belki de Mısır’da bu kadar büyüğü bir daha inşa edilemeyecek. Binlerce yıl ayakta kalacak.”
Havada yüzü okşayan tatlı bir esinti vardı. Nefertiabet çalışmaları daha yakından izlemek istedi. Baş mimar gökyüzüne kısa bir bakış attıktan sonra prensesin adımlarını izledi. İkisi de piramide artık çok yakındı. Yeni mesafeden ayrıntıları gözlemlemek kolaylaşmıştı. Kral kızı öncelikle rampanın dikliğine hayret etti. Rampanın her iki tarafındaki merdivenleri gördüğünde küçük bir çığlık attı. Hemiun detayları anlatmak için yeniden heveslendi:
“Buradaki sistem, iki yanı merdivenle çevrili merkezi bir rampadan oluşuyor. Merdivenlerde çok sayıda direk deliği var. Piramitlerin hemen güneyindeki taş ocağından, ayrıca Mısır’ın doğu çöllerindeki taş ocağı Hatnub’dan getirilen taş bloklar, direklere iplerle bağlanmış kızaklar kullanılarak yukarıya doğru çekiliyor. Hem böylece aynı anda çok sayıda insan kuvvet uygulayabiliyor. Bu da taşıma hızını artırıyor.”
Nefertiabet, bütün bunları düşünen adamı övmek için araya girdi:
“Bu kadar ince fikir Set’in aklına gelmez.”
Hemiun’un bu övgüden canı sıkılmışa benziyordu. Her ne kadar Set bir Tanrı da olsa iyilikle anılmazdı. Biraz önceki tatlı esintinin yerini hafif uğultulu bir rüzgârın aldığını duyumsuyordu. Yeni durumdan tedirgin olmakla birlikte sözlerini tamamlama gayretinde bulundu:
“Şu gördüğünüz özenle kesilmiş taş blokların her birinin ağırlığı yaklaşık 2,5 tondur. Rampanın çok dik –ki yaklaşık 20 derece eğimli- olması gerektiğini hesaba kattığımızda büyük sorunların oluştuğunu tahmin edersiniz. Buradaki maharetli ellerin yardımıyla üstesinden geliyoruz.”
Uğultu git gide artmaya başladı. Hemiun’un tedirginliğini şimdi prenses de paylaşıyordu. Platoya aniden bir huzursuzluk çökmüştü. Önce hayvanlar acınacak bir halde böğürmeye koyuldular. Onların sesini rüzgârın çaldığı keskin ıslıklar bastırıyordu. Bir an bütün sesler kesilir gibi olduğunda Hemiun, prensesi güvenilir bir yere götürmesi gerektiğini hatırladı. Kulaklarındaki çınlama öyle güçlüydü ki kralın kızını yanına çağırdığında kendi sesini duyamıyordu. Rüzgâr şiddetlenerek geri döndü. İnsanın tenini yakacak kadar hızlı vuruyordu. Nefertiabet, ne yapacağını bilemediğinden iki elini yüzüne siper etmişti. Başını kaldırmaya cesaret ettiğinde insanların çığlık atarak piramit alanının yakınında işçiler için hazırlanmış konutlara ulaşmaya çalıştığını gördü. Yularlarından kurtulmaya başlayan hayvanlar etrafta başıboş koşuyor, hiç dinmeyecek bir uğultu her yere hâkim oluyordu. Bir fırtına güneyden geliyor, durmaksızın hiddetleniyordu.
Güzel başlayan gün kâbusa döndü. Berrak gökyüzü karardı, pusla kaplandı, kızıla büründü. Hemiun umudunu henüz yitirmemişti. Son bir gayretle haykırdı:
“Prenses, sesime gelin! Çöl ayağa kalkıyor. Lütfen duyun beni.”
Yüce vezir, baş mimar cümlelerini ağlamaklı bitirmişti. Zekâsının ve soyunun onu getirdiği makamlara rağmen kudurmuş çöl karşısında çaresizdi. Yere diz çöküp öksüren insanlardan oluşan bir koridoru yoklayarak yürüdü. Bütün çabaları boştu. Kendisine canı emanet edilen tek insanı, tozun kör edici yollarında bulamıyordu. Hengâmede yük hayvanları tarafından ezilen insanların vücut bütünlüğü bozulmuş cesetleri her bir köşedeydi. Ayakta kalanlarsa can havliyle tam bir isyan halindeydi. Kaçmaya çalışanlardan bazıları ona çarptı. Sendeledi. Düştü. Her yer kum, kireç taşı ve kan kokuyordu.
Mısır’ın kumları, Tanrı Set’in öfkesini taşıyarak insan kibrinin üzerine bütün ihtişamıyla çullandı. O gün en fedakâr olanlar, kızak çekerken çöl fırtınasına yakalananlardı. Kendileri ve diğerleri için taş bloklardan birini güçlerinin yettiğince çekmeye devam etmişlerdi. Taşı yerine oturtabilseler güvenli bir yere kaçmak için fırsat doğacaktı. Ellerinden kaçırdıkları takdirde 2,5 tonluk bir ağırlığın serbest düşüşü ölüm tanrılarını mutlu ederdi. Her ölümlünün yapabileceklerinin sınırı bellidir. Onlar direndiler ama başaramadılar. Vahşetin büyüğü o zaman yaşandı. Muazzam taş blok kayarak önüne çıkan herkesi ezdi, kimilerini de yukarıdan aşağıya fırlattı. İplerin bağlı olduğu direkler sıra gözetmeksizin kırılmıştı. Nefertiabet yarı baygın bir halde yatıyordu. Piramidin üzerinden gelen gümbürtüye gözlerini açtı. Belki üç dört saniyelik kısa bir zaman diliminde büyük taşın altında kalabilirdi. Oysa bulanık görüyordu. Gerçi kaçabilecek dermanı da yoktu.
Çöl, keyfinin kaçmadığı zamanlarda onunla yaşayanlara adil davranırdı. Huzur vermekse fıtratına aykırıydı. O sakin kalsa yeterdi. Kimse daha fazlasını ondan beklemezdi. O gün huysuzluğu üzerindeydi. Azıp kudurmuştu. Kralın kızı bile olsa, çölün nazarında kimsenin ayrıcalığı yoktu. Mısır’ın en güzel kadını beş duyu organından bazılarını kaybetmiş gibiydi. Hissetmiyor ve koku almıyordu. Aksine kulakları sanki eskisinden daha iyi duyuyordu. Belki de bu yüzden ilk önce atların kişnemelerini işitti. Sekiz ayaktaki nalların sesini ayırt edebiliyordu. Toz duvarlarının arasından görüş mesafesine girdiklerinde, bu kâbusun içinde hayal gibi olan iki atın başını seçebildi. Ne şahaneydi! Bir an sonra dizginleri elinde tutan genç adamı gördü. Yüksek rütbeli bir askere benziyordu. Aslında bir kralı andırıyordu. Deriden yapılmış ve ahşapla çevrelenmiş bir gövdenin üzerinde ayakta duruyordu. İki tekerleğin üzerinde gidiyordu. Genç adam dizginleri beline geçirdi. Güçlü kollarıyla prensesi kaldırıp yanına aldı. Yalnızca bir an sonra dev kireç taşı düştüğü yerde parçalandı.
Uzun yüzlü, geniş kartal burunlu, güçlü çeneli, çıkık elmacık kemikli adamın kızıl saçları vardı. Nefertiabet, kurtarıcısını tanımıyordu. Üzerine bindiği gövdeyi atların çektiği bu tekerlekli araba bile ona yabancıydı. Hala korkuyordu. Diğeri onun gönlünü ferahlatmak için gayet anlaşılır bir dille usulca konuştu:
“Güneş Tanrısı’na dua edin. Korkmayın Prenses.”
“Güneşi göremiyorum.”
“Endişelenmeyin. Horus’un gözü görüyor.”
Gün aydınlandı. Ortalığı kasıp kavuran Hamsin rüzgârları ülkeyi terk etti. Hiçbir şey yaşanmamış gibi Nil berrak ve sakin akıyordu. İki Ülkenin Övgüsü işte oradaydı. İlk gördüğü gün nasılsa öyle güzeldi. Nefertiabet yanı başındaki adama dönüp sordu:
“Sizi buraya Kral Khufu mu gönderdi? Kendinizi tanıtır mısınız?”
“Adım Ramose. Herkes beni Mısır’ın en ihtişamlı firavunu Büyük Ramses olarak tanır. Sizden 1300 yıl sonra doğdum. Beni kimse göndermedi. Sizin için başka bir zamandan geldim.”
Prenses, o gün, sırrı çözebilmiş miydi bilinmez. Duyduklarında anlam veremediği kavramlar vardı. Oysa merak ettiği konu başkaydı. Net bir cevap almak istediğinden sesine soylu bir ciddiyet katarak şöyle dedi:
“Söyler misiniz, piramit tamamlanabildi mi?”
“Kuşkunuz mu var? İnsanoğlunun hırsı dizginlenemez.”
SON
Not: Bu yazı, hayal gücümün ürünüdür. Tarihî kaynaklara başvurulmuş olsa da tarafımca kurgulanmış bir öyküdür. Kaynak niteliği taşımaz.
Yazar: Samet Demir
-
Antik Mısır Edebiyatı Üzerine

Tarih boyunca hiçbir halk, Mısırlılar kadar kontrol edilemez bir yazma isteğinden etkilenmemiştir. Hiyeroglif yazısının dekoratif niteliği ve resim sanatıyla yakın bağlantısı, onu doğal ve kullanışlı bir süsleme aracı haline getirmiştir. Bu nedenle tapınak ve mezarlarda hiyeroglif yazıtlar bulunur; tuvalet eşyaları, kutular, mücevherler ve silahlar gibi günlük yaşamın yaygın nesneleri bile genellikle sahiplerinin adlarını, unvanlarını veya adına yapıldıkları Firavun’un kartuşunu* taşır.
*Oval bir döngü ile etrafı çevrili bir dizi hiyeroglifin kral isimlerini vurguladığı keşfedilmişti. Bunlara Fransızca ‘fişek’ anlamına gelen ‘cartouche’ (kartuş) adı verilmişti. “18. yüzyıl Fransız topçularının silahlarını doldurduğu sosis şeklindeki barut ve mermi bohçasına” benzerliği bu adın kullanılmasına ilham olmuştur.
Dini Literatür: En eski dini metinler topluluğu -en eski ve eksiksiz versiyonları Beşinci ve Altıncı Hanedanlıkların beş kralının piramitlerinin içindeki odaların duvarlarında keşfedildiğinden beri- Piramit Metinleri olarak bilinen geniş büyü koleksiyonudur. Çoğunlukla çok eski çağlara ait olan bu metinler, yalnızca ölü kralın refahıyla ilgilidir; gökyüzündeki yerinin ve ölü bir kralın diğer ayrıcalıklarının güvence altına alındığı büyülerden oluşurlar; ayrıca piramit tapınaklarda yapılan günlük adaklarla bağlantılı olarak okunan ritüeli de içerirler. Daha sonraki bir tarihte bu metinler soylular tarafından kendi çıkarları için gasp edilmiş ve IX.-XI. Hanedanlıkların büyük ahşap tabutlarının iç kısımlarında yazılmış birçok alıntı bulunmaktadır.
Az önce bahsedilen tabutlar, özellikle Tabut Metinleri olarak bilinen önemli bir büyü koleksiyonu da içerir. Bunlar, kraliyet ailesi dışındaki kişiler adına yazılmıştır ve açlığa, susuzluğa ve yeraltı dünyasının çeşitli tehlikelerine karşı koruma sağlayan büyüler, ölen kişinin istediği şekli almasını sağlayan büyüler ve ölen kişinin eski eğlencelerinin tadını çıkarmasını ve akrabaları ve arkadaşlarıyla birlikte olmasını sağlayan büyüler içerir. ‘Tabut Metinleri’ adı, ilk tabutlara özgü olan ve en azından Saite dönemine kadar, bazıları ara sıra yeniden canlandırılana kadar tekrarlanmayan büyüler için ayrılmıştır.
Aynı kaynaktan ve tam olarak aynı nitelikteki diğer metinler, Mısırbilimcilerin yanıltıcı bir şekilde Ölüler Kitabı adını verdiği bir metin koleksiyonunun çekirdeğini ve en eski revizyonunu oluşturur. Bu, gerçekte bir kitap değil, çeşitli tarihlere ait cenaze büyülerinin heterojen bir derlemesidir. Bunlara, Re ve Osiris’e yazılmış birkaç ilahi de dâhildir. Bunlardan seçmeler papirüs üzerine yazılmış ve Roma dönemine kadar çoğu varlıklı Mısırlının mezarlarına bırakılmıştır. Tek tek kopyalarda bulunan büyülerin (yanlış bir şekilde ‘bölümler’ olarak adlandırılır) sayısı ve bunların ortaya çıkış sırası büyük ölçüde değişir. En eksiksiz ‘Ölüler Kitabı’ Ptolemaios dönemine aittir ve genellikle vinyetlerle süslenmiş 150’den fazla büyü içerir. Daha az kapsamlı güzel örnekler, XVIII-XIX. Hanedanlıkların ileri gelenlerinin mezarlarından çıkar; bunlar genellikle hayranlık uyandıracak şekilde yazılmış ve renkli olarak gösterişli bir şekilde resmedilmiştir. Bu nedenle, Ölüler Kitabı’nın üç versiyonunu ayırt etmek uygundur:
(1) Orta Krallık versiyonu, çoğunlukla ilk tabutlarda bulunur;
(2) On Sekizinci Hanedanlıktan Yirminci Hanedanlığa kadar uzanan papirüslerden oluşan Yeni Krallık versiyonu;
(3) XXI. Hanedanlıktan itibaren geç dönem versiyonları.
Diğer dini kitapların çoğu çok eskidir ve sadece XIX. Hanedanlık dönemine ait kopyalar ve hatta daha sonraki dönemlere ait kopyalar günümüze ulaşmıştır. Bunlar arasında İlahi Kült Ritüeli, tanrıların tapınaklarında günlük ibadet sırasında okunan büyüler ve bunların en eksiksiz kopyaları Abydos’taki Seti I tapınağında bulunmuştur. Daha sınırlı kapsamı olan Cenaze Kültü Ritüeli’nin vinyetleri ve metinleri birçok Tebli soylularının mezarlarında bulunmuştur. Teb’deki kralların mezarları, bize dört önemli teolojik eseri tanıtmaktadır: Genellikle Am Duat olarak adlandırılan, güneş tanrısının batıdan doğuya doğru gece yolculuğu sırasında ziyaret ettiği garip bölgeleri ve sakinlerini anlatan “Öteki Dünya’da Neler Var” kitabı; yeraltı dünyasının topografyasını ele alan iki başka inceleme Kapılar Kitabı ve Mağaralar Kitabı; ve Güneş Litanyası olarak adlandırılan eser.
Tanrılara adanmış ilahiler sadece Ölüler Kitabı’nda ve mezar taşlarında değil, başka yerlerde de bulunur. Firavunların taçlarıyla özdeşleştirilen yılan tanrıçalarına adanmış bazı ilginç ilahiler, Adolf Erman tarafından Golenişçev’in elinde bulunan XVII-XVIII. Hanedanlık dönemine ait bir papirüsten yayınlanmıştır. Ramesseum’un altındaki bir mezarda keşfedilen, timsah tanrısı Sobek’e adanmış bir ilahi ise daha da eskidir. Kahire ve Leyden’deki papirüslerdeki Amon-Re’ye adanmış ilahiler daha geç tarihlidir. El-Amarna mezarlarında bulunan ve sapkın kral Akhenaten’den* (M.Ö. 1373-1357 civarı) esinlenen Aten’e veya Güneş Diski’ne adanmış harika ilahiler de aynı şekilde bu döneme aittir.
*Akhenaten, Mısırlılar tarafından “kafir” olarak anılıyordu. Bunun sebebiyse Akhenaten’in Mısır’ın çok tanrılı dini yerine tek tanrılı Aten kültünü getirmesiydi. Aten, Güneş’ti. Amon rahipleri ile güç mücadelesine giren Akhenaten, başlangıçta IV. Amenhotep olarak anılıyordu. O yapacağı birtakım reformlara önce kendi adını değiştirerek başlamıştı.
Torino, Leyden ve diğer koleksiyonlarda bulunan büyülü papirüsler çoğunlukla 18. Hanedanlık döneminden sonradır, ancak bunların çoğu şüphesiz çok daha eski arketipleri temsil etmektedir. Ancak, bir büyü koleksiyonu, anneleri ve çocuklarını korumaya yönelik büyüler içermektedir. Ölülerin, yaşayanların kaderleri üzerinde iyi ya da kötü yönde güçlü bir etki uygulayabileceğine dair yaygın bir inanç vardı; bu nedenle, mezarda bulunan toprak kapların üzerinde ölen ebeveynlere ve diğer akrabalara yazılmış mektuplar bulunmuştur. Aynı şekilde çömleklerin üzerine, çeşitli yabancı şefler (liderler) ve Mısır’a düşman olduğu düşünülen diğer kişilerin kınama yazıları yazılmıştır.
Dini olmayan seküler belgeler: Büyü uygulamalarından tıp bilimi doğmuştur; bazı önemli tıbbi papirüsler günümüze kadar ulaşmıştır. XII. Hanedanlığın sonlarına ait en eski sayfalar Illahûn’da (yanlışlıkla Kahûn olarak bilinir) bulunmuştur ve jinekolojik vakaları ele almaktadır; aynı yerden bir veterinerlik papirüsünün parçaları da bulunmuştur. Hem boyut hem de ilgi açısından bunları çok aşan, XVIII. Hanedanlığın başında yazılmış iki muhteşem el yazması vardır: Ebers papirüsü, kalbin işleyişini tanımlamanın ve çeşitli tıbbi terimleri açıklamanın yanı sıra birçok hastalığın tedavisi hakkında talimatlar verir; Edwin Smith papirüsü ise esas olarak yaralarla ilgilidir, ancak arka yüzünde çeşitli türden bir dizi büyülü ve tıbbi reçete ekler. Bunlardan daha geç bir tarihe ait, Ebers papirüsüne belirgin bir benzerlik gösteren, iyi korunmuş bir papirüs bulunmaktadır. On dokuzuncu veya yirminci hanedanlığa ait olduğu düşünülen, asılları kesinlikle birkaç yüzyıl öncesine ait olan birkaç başka el yazması daha bulunmaktadır. Bu tür eserler, konularının teknik niteliği nedeniyle ciddi zorluklar ortaya çıkarmaktadır; metinlerin bozulma olasılığından bahsetmeye gerek bile yok, anlaşılmasını zorlaştıran bir diğer engel de, tanımlanamayan birçok ilaç ve hastalık ismidir.
Matematikle ilgili birkaç eser bulunmuştur; bunlardan en önemlileri British Museum’daki Rhind papirüsü ve Moskova koleksiyonundaki bir başka eserdir. Ele alınan problemlerin tümü tamamen pratik niteliktedir, ancak bazı durumlarda önemli derecede bilgi gerektirmektedir.
Daha önce bahsedilen Ramesseum buluntusundan elde edilen sözlük niteliğindeki kitapta kuşlar, hayvanlar, tahıllar, öküzün parçaları, coğrafi isimler ve benzeri konuların listeleri yer almaktadır. Korunmuş olan yasal belgeler, beklendiğinden daha az sayıdadır. Illahûn papirüsleri arasında bazı vasiyetnameler, satış senetleri, nüfus sayımı listeleri vb. bulunmuştur. Komşu Medinet Ghurâb bölgesinden, bazı kadın kölelerin çalışmalarıyla ilgili birkaç anlaşma ve aynı konuyla ilgili bir davanın tutanakları bulunmuştur. Bir kadın kölenin önemli bir rol oynadığı daha belirsiz bir belge, yasal biçimi ve terminolojisi açısından ilginçtir ve yirmi yıldan fazla bir süre önce Karnak’ta keşfedilen çok önemli bir stel ile uyumludur; bu belge, XVII. Hanedanlığın belirsiz bir kralı döneminde El-Kab’da belediye başkanlığı makamının satışını kaydetmektedir. Diğer bir dava tutanağı, Tuthmosis IV’ün hükümdarlığı dönemine aittir. Ayrıca Asyût’taki bir mezarda (XII. Hanedanlığın başları) bulunan uzun bir yazıt, mezar sahibinin ölümünden sonra onun adına düzenli olarak cenaze sunuları yapılması için yerel rahiplerle yapılan anlaşmaları kaydetmektedir. Metin, bu dönemde yazılı sözleşmelere verilen karakteri iyi gösteren bir dizi paragraf halinde düzenlenmiştir.
Mısır’ın idaresi hakkındaki bilgilerimiz için büyük önem taşıyan, vezirin görevlerini belirten XVIII. Hanedanlığa ait uzun bir yazıt ve vezirin firavun tarafından atanması vesilesiyle kendisine verilen tavsiyeleri kaydeden bir açıklama metni bulunmaktadır.
Başkent ile İkinci Çağlayan’ın kalelerinde görevli bazı yetkililer arasında gönderilen yazışmalar, başka hiçbir yerde anlatılmayan Mısır resmi yaşamının bazı yönlerine ışık tutmaktadır. Birçok hesap defteri parçası ve benzeri belgeler bulunmuştur. Bunların en ilginç olanları, XIII. Hanedanlık’tan Kral Sobekhotep’in sarayında yapılan gıda dağıtımlarını ayrıntılı olarak anlatan bir günlük, Tuthmosis III dönemine ait bir kraliyet tersanesinin kayıtları ve Leningrad’da bulunan iki papirüs ile Louvre’da bulunan diğer iki papirüs üzerinde yer alan, görünüşe göre birbiriyle ilişkili bazı hesaplardır.
Çok sayıda özel mektup mevcuttur, bazıları VI. Hanedanlık dönemine kadar uzanmaktadır. Henüz yayınlanmamış olan en güzel mektuplar, H. Winlock tarafından Teb’deki XI. Hanedanlık dönemine ait bir mezarda keşfedilmiştir ve Hekanakht ile çeşitli iş ortakları ve akrabalarının tarım ve ev işleriyle ilgilidir. Daha fazlası Illahûn’dan gelmekte ve XII. Hanedanlığın ikinci yarısına aittir. İlginç bir şekilde, XVIII. Hanedanlığa ait çok az mektup ele geçmiştir, ancak Ahmosě adlı bir yazarın etrafında toplanan altı mektup, dönemin mektup yazma stilini iyi bir şekilde göstermektedir.
Şimdi çeşitli türlerdeki tarihi kayıtlara dönersek, bunların en eskileri mezarlardan çıkan özel otobiyografiler ve az önce bahsedilen kraliyet fermanlarıdır. Ayrıca, Sina ve Hammâmât Vadisi gibi uzak madenlere veya taş ocaklarına yapılan seferlerin liderleri tarafından bırakılan yazıtlar da ilgi çekicidir. Tarihi metinler içeren resmi anıtlar, ancak XII. Hanedanlığın sonlarında ortaya çıkmaya başlar; en eskilerinden bazıları, Senusret III tarafından İkinci Çağlayan’daki Semnah’ta dikilen sınır taşlarıdır. XVIII. Hanedanlık döneminde bu tür anıtlar sıklaşır; savaş seferlerini veya tanrılara adanmış büyük yapıları kaydederler;
Tuthmosis III’ün Karnak tapınağına yerleştirilmesini sağladığı türden birçok metin özellikle değerlidir.
Erken dönemlerin edebiyatı: Orta Krallık döneminden bize birkaç hikâye ulaşmıştır. Bu şaheser, Ammenemes I’in sarayında görevli olan Sinthe’nin hikâyesidir. Kralın öldürülüş haberini duyan Sinthe, paniğe kapılarak Filistin’e kaçar. Orada büyük bir nüfuz sahibi olur, ancak yaşlılık döneminde Mısır’daki evini özlemeye başlar. Affedilmesi ve kraliyet sarayına dönüşü büyük bir canlılık ve mizahla anlatılır. Başka bir kitapta ise, Mısır’a en yakın vaha olan Vadi El Natrun’da yaşayan bir köylünün, Mısır’a giderken eşeklerinin çalınması anlatılır. Köylü, kralın baş kâhyasına şikâyette bulunur ve o kadar ikna edici konuşur ki; sonunda köylünün dilekçeleri krala iletilir ve kendisine yapılan haksızlık telafi edilir. Seyahat romantizmi ilk kez, bir gemi kazasında hayatta kalan bir denizcinin, nazik bir yılanın hüküm sürdüğü harika bir adaya sürüklendiği hikâyede ifade bulur. Daha popüler olanı ise Djoser (Zoser), Nebka, Sneferu ve Khufu’nun hükümdarlıklarında meydana gelen harika olayları anlatan, maalesef tahrip olmuş bir masal kitabıdır; dördüncü masal, Beşinci Hanedanlığın kökenine dair bir efsane içerir. Bir parça, bataklıkta insan şekline bürünmüş bir tanrıça tarafından baştan çıkarılan bir çobanın kaderini anlatıyor gibi görünmektedir.
Bilgece özdeyişler ve atasözü niteliğinde gerçekler içeren didaktik incelemeler, Mısırlıların zevkine çok uygundu. Bu tür bir “öğretinin” en eski tam örneği, Beşinci Hanedan’ın Isesi döneminde yaşamış olan vezir Ptahhotep’e atfedilir ve oğlunun idari kariyerinde işine yarayabilecek, ne yazık ki çoğu belirsiz olan tavsiyeler içerir! Aynı papirüs, Üçüncü Hanedanlığın bir vezirinin çocuklarına verdiği benzer tavsiyelerin kalıntılarını da muhafaza etmektedir. Bu çocuklardan biri, Kagemni adında olanı, babasının yüksek makamını devralmıştır. Okullarda büyük popülerlik kazanan, ancak bize geç ve imkânsız derecede bozuk bir versiyonu ulaşan bir kitap, “Duauf’un oğlu Akhtoy’un Öğretisi”dir. Bu kitapta çeşitli meslekler gözden geçirilmekte ve sadece kâtiplik mesleğinin saygınlık kazandırdığı ve sefaleti önlediği sonucuna varılmaktadır. Ammenemes’in Öğütleri’nden daha çok beğenilen bir kitap yoktu. Bu kitap, büyük başarılara imza atmış bir firavunun edebi vasiyetiydi ve halefi Senusret I’in rüyasına girerek, suikastının hikâyesini ve iyiliklerinin nankörlükle karşılanmasını anlatıyordu. Aynı derecede ilgi çekici olan bir başka eser ise, adı bilinmeyen Dokuzuncu Hanedanlık kralının oğlu ve varisi Merikare’ye verdiği tavsiyelerdir; burada dindarlığa büyük önem verilmekte ve çeşitli tarihi olaylara atıfta bulunulmaktadır. Yukarıda bahsedilen çeşitli eserlerin gerçek yazarları elbette şüpheye açıktır, zira Mısırlıların eski atıfları sevdikleri, tıbbi yazılarda ve Ölüler Kitabı’nda bolca kanıtlanmıştır.

Kral Isesi’nin (5. Hanedan) veziri Ptahhotep, iki farklı perukla – Sakkara’daki Imhotep Müzesi Ptahhotep
![Q3 [s] P](https://en.wikipedia.org/w/extensions/wikihiero/img/hiero_Q3.png?42130)
![X1 [t] T](https://en.wikipedia.org/w/extensions/wikihiero/img/hiero_X1.png?f2a8c)
![V28 [H] H](https://en.wikipedia.org/w/extensions/wikihiero/img/hiero_V28.png?f1179)
![R4 [Htp] Htp](https://en.wikipedia.org/w/extensions/wikihiero/img/hiero_R4.png?60956)
![X1 [t] T](https://en.wikipedia.org/w/extensions/wikihiero/img/hiero_X1.png?f2a8c)
![Q3 [s] P](https://en.wikipedia.org/w/extensions/wikihiero/img/hiero_Q3.png?42130)


Horus Djedkhau nsw-bity Djedkare Sa-Ra Isesi nsw-bity: “Yukarı ve Aşağı Mısır’ın Kralı”
Sa-Ra: “Güneşin Oğlu”
Bu yazı, Sir Alan Gardiner’in “Egyptian Grammar: Being an Introduction to the Study of Hieroglyphs” adlı kitabından derlenmiş olup Türkçe’ye aktarılmıştır.
Gardiner, Alan, Egyptian Grammar: Being an Introduction to the Study of Hieroglyphs, Third Edition, Revised, Griffith Institute, Ashmolean Museum, Oxford.
-
Ebu Simbel Tapınakları’nın Kurtarılması


Ebu Simbel Tapınakları, Asvan’ın yaklaşık 280 km (170 mil) güneyinde, eskilerin Nubia (Nübye, Nûbe) olarak bildikleri bir bölgede yer alır. Bu coğrafi terim ilk olarak M.Ö. 25 civarında Yunan tarihçi ve coğrafyacı Strabon’un yazılarında görülür. Onu kuzeyde Asvan’daki Birinci Çağlayan’dan güneyde Dördüncü Çağlayan’a kadar uzanan Nil’in ikiye böldüğü Afrika çölü bölgesine atıfta bulunmak için kullanır. Bölge geleneksel olarak her biri kendine özgü iklim ve topografyaya sahip iki farklı coğrafi bölgeye ayrılmıştır.
MÖ 3050’de Mısır seferleri güneye en azından İkinci Çağlayan’a kadar gitmişti. O zamanlar, Nil’i çevreleyen çöl şimdi olduğundan daha nemliydi ve hem Yukarı hem de Aşağı Nübye’yi önemli ölçüde büyük nüfuslar işgal etti.
Nübye, Afrika’nın kalbindeki güney medeniyetleri ile kuzeydeki Mısır ve Akdeniz kültürleri arasında bir köprü olmuştur. Sonuç olarak, Nübye kültürü; bir yanda Güney Afrika kültürlerinin ve diğer yanda Mısır, Grek ve Roma kültürlerinin bir meleziydi. Bununla birlikte, en güçlü etki, yakınlığı, topografyasının benzerliği ve en azından M.Ö. 3. binyıl gibi erken bir tarihte kurulan askerî ve siyasi temaslar nedeniyle Mısır’dan geldi.
Mısır’ın gücünün artması ve zayıflaması, Nübye ile olan ilişkilerinde izlenebilir. Güçlü krallar birleşik bir ülkeye hükmettiğinde, Mısır etkisi Nübye’ye kadar uzanıyordu. Nübye, fildişi, ahşap, deri, tütsü gibi ticari mallar ve maymun, zürafa gibi egzotik hayvanlar için çok önemli bir kaynaktı. Nübye taş ocaklarında altın, granit ve diyorit çıkarılıyordu. Aslında, Nübye’de altın o kadar boldu ki, adı Eski Mısır’daki ‘altın’ (𓋞) kelimesinden geliyor.

Nübye’nin ve Nil’in çağlayanlarının uzaydan görünümü Ebu Simbel Tapınaklarının Taşınması
Ebu Simbel Tapınakları, Büyük Ramses döneminde Nil’e bakan bir uçurumun kayalarına oyulmuştu. İki tapınaktan büyük olanı II. Ramses’in kendisine ve tanrılar Re-Horakhti, Amen-Re ve Ptah’a adanmıştır. Daha küçük olan tapınak ise Ramses’in baş kraliçesi Nefertari ve tanrıça Hathor için inşa edildi.
20. Yüzyıl’da, Ebu Simbel Tapınakları, uluslararası bir işbirliğiyle yeni yerlerine taşındı. Sebebi, Asvan Barajı’nın inşası nedeniyle tapınakların Nasır Gölü’nün suları altında kalma tehlikesiydi. Bu müthiş -uluslararası- kurtarma operasyonunu aşama aşama inceleyelim.
1959’da, özellikle Ebu Simbel’deki kayaya oyulmuş tapınakların kurtarılmasına odaklanmak üzere uzmanlardan ve danışmanlardan oluşan bir komite kuruldu. Bu komitede mimarlık, mühendislik, arkeoloji, planlama ve finans alanlarında hem Mısırlı hem de uluslararası uzmanlar yer alıyordu.
Uzmanların karşılaştığı ilk ve en önemli görev, kendilerine sunulan çeşitli önerileri değerlendirmekti. Önerilerden biri, gelen sulardan korunması için tapınakların yerinde bırakılması ve etraflarına beton borular inşa edilmesiydi. Tapınaklar daha sonra asansörle ulaşılabilen deniz müzeleri haline gelecekti.
Diğer bir öneri, anıtlardan 300 m (984 ft) uzaklıkta yarım daire şeklinde bir beton inşa edilmesiydi. Yeni barajın yüksekliği ve konumu, güneş ışınlarının tapınaklara girmeye devam etmesine ve iç kutsal alanları aydınlatmasına olanak tanıyacaktı. Bu öneri, tapınakların orijinal muhteşem ortamının güzelliğini koruyacaktı. Bununla birlikte, tapınaklar, tapınakların 60 m (neredeyse 200 ft) yukarısına ulaşan, tamamen suyla çevrili bir oyukta olacaktı. Tapınakların gözenekli kumtaşı herhangi bir taşma nedeniyle kolayca delinebilir ve anıtlara onarılamaz zararlar verilebilirdi. Bu sorunu ortadan kaldırmak için dev bir pompalama istasyonu da önerildi, ancak istasyonda herhangi bir sorun yaşanırsa anıtlar sonsuza kadar yok edilebilirdi. Bu önerinin maliyeti de çok yüksekti; 80 milyon doların üzerindeydi ve hem Mısır hem de UNESCO tarafından reddedildi.
Bir başka öneri ise Milano Üniversitesi’nde sivil mühendislik profesörü olan Profesör Piero Gozzola tarafından sunuldu. Tapınakların inşa edildikleri dağdan kaldırılmasını, koruyucu örtüyle çevrelenmesini, 65 m (213 ft) yüksekliğe taşınmasını ve orijinal yönlerini koruyarak yeni bir yere yerleştirilmesini önerdi. Bu öneriye göre, tapınakların üzerindeki kaya kütlesi de yeni konuma taşınacak (ancak tapınakların taşınmasını kolaylaştırmak için ayrı olarak) ve tapınakları çevreleyen orijinal çevre mümkün olduğunca doğru bir şekilde yeniden yaratılacak.
Bu son öneri Mısır hükümeti tarafından 20 Temmuz 1961’de kabul edildi, ancak büyük bir çekinceyle kabul edildi, çünkü yaklaşık 350.000 tonun 65 m yüksekliğe kaldırılması gerekiyordu. Bu alanda daha önce yaşanan tek deneyim, ağırlığı 10.000 tondan az olan bir kilisenin yalnızca 2 m (yaklaşık 6,5 ft) yüksekliğe taşınmasıydı.
Sonunda tapınakların büyük bloklar halinde kesilip yeni bir yerde yeniden birleştirilmesi çağrısında bulunan biraz farklı bir önerinin uygulamaya konulmasına karar verildi. Orijinal uyum dikkatle korunacak ve orijinal ortamlarını yeniden yaratmak için etraflarına yapay dağ inşa edilecekti. Bu önerinin başlıca avantajı önemli ölçüde daha güvenli ve daha az maliyetli olmasıydı, ancak bazı arkeologlar taşların ve heykellerin kesilmesini Ebu Simbel tapınaklarının katledilmesi olarak tanımlayarak şiddetle karşı çıktılar. Neyse ki tarih onların yanıldığını kanıtladı.
Ebu Simbel tapınaklarının kurtarılması yedi aşamada gerçekleştirildi:
1- İki tapınağın önüne, yükselen sulardan korunmak için geçici bir baraj inşa edildi. Bu baraj 730 m (2,400 ft) uzunluğunda ve 37 m (121 ft) yüksekliğindeydi ve 38.000 m³ (1,3 milyon ft³) kumtaşından inşa edildi. Büyük Tapınağın önü, dev heykelleri, arkalarındaki duvarların iskele ile kaplanarak kaldırılmaya hazırlanması sırasında ortaya çıkan baskıdan korumak için kumla kaplandı.
2- Tapınakların üzerindeki iki kayalıktan 150.000 m³ten (5 milyon ft³) fazla kaya taşındı.
3- Tapınakların taşları, heykelleri ve sütunları, ağırlıkları 3 ila 20 ton arasında değişen, her biri 3 m yüksekliğinde ve 5 m uzunluğunda (yaklaşık 10 ft x 16 ft) dev parçalar halinde kesilmiştir. Büyük Tapınak 807 parçaya, Nefertari Tapınağı ise 225 bloğa bölündü.
4- Yeni yer hazırlandıktan sonra Tapınağın büyük blokları yeni seçilen yere kaldırıldı.
5- İki tapınak, orijinal yönelimi dikkatlice yeniden üretilerek yeni yerlerinde yeniden inşa edildi. Bu operasyonun en dokunaklı anı, 1967 yılının Mart ayında, II. Ramses’in taçlarının tapınağın önündeki dev heykellerin üzerine yerleştirilmesiydi. Bu, projede yer alan hiç kimsenin asla unutamayacağı harika bir andı: Yirminci yüzyılın en ileri teknolojisi, kendisinden 3.300 yıl önce yaşamış bir uygarlığın en şaşırtıcı başarılarından birini kurtarmak için kullanıldı.
6- Tapınakların üzerine yığılan kayaların ağırlığından korunmak için iki adet beton kubbe inşa edildi. Büyük Tapınağın üzerindeki kubbeler, 60 m (yaklaşık 200 ft) çevresi ve 22 m (84 ft) yüksekliğiyle dünyanın en büyük yapay kubbelerinden biridir.
7- Orijinal ortamlarını yeniden yaratmak için iki tapınağın üzerine yapay tepecikler inşa edildi. Bu tepeciklerde toplam 230.000 m³ (8 milyon ft³’ten fazla) kumtaşı kullanıldı.

Tarihte eşi benzeri olmayan bu muazzam çaba, şu şirketlerden oluşan bir konsorsiyum tarafından gerçekleştirildi: Fransız şirketi Grands Travaux de Marseilles, Almanya’dan Hoch-Tief, İtalya’dan Impregito, iki İsveç şirketi, Sentabex ve Shanska ve Mısır şirketi Atlas. Tüm çalışmalar İsveçli VBB grubu tarafından denetlendi.
Çalışmalara başlamadan önce, projeyi yürüten, çoğu aileleriyle birlikte 3.000’den fazla Mısırlı ve yabancı işçiyi barındıracak modern bir şehir inşa edildi. Sahanın uzak konumuna, ulaşım ve iletişim zorluklarına ve sert hava şartlarına (yazın sıcaklık gölgede 50 ⁰C/122 ⁰F’ye ulaşabiliyor) rağmen işçilerin en modern ve konforlu şartlarda barındırılmasına büyük özen gösterildi.

Proje 42 milyon dolara mal oldu ve beş yıldan kısa bir sürede tamamlandı. 1963 yılının Kasım ayında başladı ve başlangıçta tahmin edilen bitiş tarihinden yirmi ay önce, Eylül 1968’de sona erdi. Hiçbir taş kaybolmadı veya hasar görmedi, tasarımda hiçbir değişiklik yapılmadı ve tapınaklar tam olarak Belzoni’nin ortaya çıkardığı gibi görünüyor. Hatta Büyük Tapınağın güney cephesindeki II. Ramses’in ikinci heykelinin üst kısmı da tıpkı bulunduğu gibi kaidenin önüne yerleştirilmiştir.
22 Eylül 1968’de Ebu Simbel tapınaklarının kurtarılmasını kutlayan büyük bir festival düzenlendi. Etkinlikte hazır bulunan bir muhabir şunu yazdı: “Her şey eskisi gibi görünüyor; tapınakların taşındığına dair şüphe duymaya yetecek kadar.” Bu günde, dünyanın her yerinden muhabirler, bilim adamları, Mısırbilimciler ve ileri gelenler açılışa katılmak ve küresel işbirliğinin bu zaferini kutlamak için geldi. Mısır dünyaya değerli, anıtsal hediyelerle teşekkür etti.
İki tapınağın kurtarılması birçok koruma sorununu gündeme getirdi, bu nedenle Mısır Eski Eserler Dairesi, tapınakları herhangi bir çevresel veya insani tehlikeden korumak için alanda kalıcı bir koruma laboratuvarı kurulması gerektiğine karar verdi. Anıtlara yönelik birçok tehdit hâlâ devam ettiğinden bu, kurtarma çabasının hayati bir parçası. Örneğin, yeni alanın açılışından birkaç ay sonra şiddetli bir fırtına, küçük tapınağın cephesindeki Kraliçe Nefertari heykellerinden birinin burnuna ve yüzünün bazı kısımlarına zarar verdi. Bazı bilim adamları hasarı tapınağın önündeki ağaç eksikliğine bağladı (orijinal alanda ağaçlar vardı).
Eski Eserler Dairesi derhal tapınakların önündeki alanı çimlendirmeye başladı ve tapınağın cephelerindeki kumları kaldırdı. Ne yazık ki daha sonra çimlerin böcekleri ve yılanları çektiğini keşfettiler ve onu da kaldırmak zorunda kaldılar. Konservatörlerin karşılaştığı diğer sorunlardan biri de yerel kuşların tapınak cephelerinin mükemmel yuvalar oluşturduğuna karar vererek büyük bir temizlik sorunu yaratmasıydı.
Ebu Simbel bölgesi, özellikle güneş ışınlarının Büyük Tapınağın kutsal alanına girdiği 22 Şubat ve 22 Ekim tarihlerinde Mısır’ın en önemli turistik mekânlarından biri haline geldi. Ebu Simbel şehri muazzam bir şekilde büyüdü. Tapınakların ön cephelerine yansıtılan muhteşem müzik ve güzel sahnelerle birlikte yeni muhteşem ses ve ışık gösterisi, pek çok akşam ziyaretçisini siteye çekiyor. Gösterinin hikâyesi oldukça romantik; Nil, rüzgâr ve Büyük Ramses, tarihin en muhteşem dönemlerinden biri olan Mısır’ın Altın Çağı’nın öyküsünü anlatıyor.
Mısırbilimci Zahi Hawass‘ın “The Mysteries of Abu Simbel – Ramesses II and the Temples of the Rising Sun” adlı kitabından derlenerek Türkçe’ye aktarılmıştır.
Hawass, Zahi, The Mysteries of Abu Simbel – Ramesses II and the Temples of the Rising Sun, The American University in Cairo Press, 2002.

-
Basamaklı Piramit ve Imhotep

“Gökyüzüne çıkabilmem için bana gökyüzüne giden bir merdiven hazırlandı.”
Piramit Metinleri, İfade 267
Sakkara’da -erken dönem kral mezarlarının inşa edildiği çöl platosunda- Kral Djoser (Zoser) için inşa edilmiş ‘Basamaklı Piramit’, “cennete giden merdiven”, Mısır’ın ilk piramidi ve uygarlık tarihinin ilk anıtsal taş mimari eseridir.
Djoser’in Basamaklı Piramidi, efsanevi mimar, nazır ve aynı zamanda hekim olan Imhotep tarafından tasarlanmıştır.
Antik Mısır uygarlığında, piramitlerin öncüleri olarak ‘Mastaba’ları görmekteyiz. Mastaba, toprak altına gömülen ölülerin hatırasına mezarın üst kısmına yaptırılmış küçük odacıktır. Eğimli iç duvara sahip, düz çatılı ve dört köşelidir. I. ve II. Hanedan krallarının gömüldüğü ufak bir tapınak şeklinde inşa edilmişlerdir.
III. Hanedan krallarından Djoser için Basamaklı Piramidin yapımında (M.Ö. 2630) tuğla yerine taş kullanılmıştır. Kralın dünyadaki ikametgâhı, 10 metre yüksekliğindeki kireç taşıyla çevrilidir. 545 metre uzunluk ve 280 metre genişlikteki dev kaya kütlesindedir ve beş basamakta yüksekliği 60 metreyi bulmaktadır. Piramidin kuzey tarafında iç bölüme giden giriş bulunur. Derin bir kanaldan, geçitlerden ve odalardan oluşur. Lahit odası kırmızı Aswan granitiyle döşenmiştir. Kuzeyde, cenaze tapınağının yanı sıra iki gözetleme deliği olan dar bir odada (Serdab)* kralın boyalı kireçtaşından yapılmış, oturan bir heykeli bulunmuştur.
Yukarıda anlattığımız Basamaklı Piramit, gerçekten mimari bir şaheserdir. Ve onun dâhi mimarı Imhotep, sonraki çağlarda büyük bilge, kutsal kişi ve Ptah’ın oğlu olarak kabul edilmiştir.
Mısırbilimci Chris Naunton, Mısır’ın Kayıp Mezarlarını Aramak (Searching for the Lost Tombs of Egypt) adlı kitabında, kayıp mezarların gizemleri üzerine açıklamalar getirir ve kanıtlar sunarak “kafir” firavun Akhenaton ve oğlu Tutankhamun’un cenazeleri ile Basamaklı Piramit’in mimarı Imhotep’in mezar yerini çevreleyen düğümleri çözmeye çalışır. Imhotep, günümüzde popüler kültür araçları ile çok tanınır -en azından adı- olmuştur. Bunun yanı sıra, kendi döneminde ve sonraki çağlarda önemli bir kişi olarak anılmıştır ki adı bir heykel kaidesine yazılmıştır (Kahire Müzesi).


İşaretlenmiş kısım içerisinde, sağdan sola “Imhotep” yazmaktadır.
Edwin Smith Papirüsü ve Imhotep
Imhotep, başarılı bir mimar olduğu kadar dâhi bir cerrah hekimdir. Imhotep’in cerrahi vaka analizlerini içeren Edwin Smith papirüsünün keşfedilmesiyle, hem Imhotep’in hem bilim tarihinin mirası genişlemiştir.
Papirüsün önemini ilk olarak Mısırbilimci Edwin Smith anlar. Bu antik belgenin beyin zarları (meninks), omurilik ve beyin omurilik sıvısı hakkında bilgiler verdiğini keşfeden Smith, papirüsün tüm sırrına vakıf olamadan hayatını kaybeder. Papirüsün tamamen çözülebilmesi için en nihayetinde, Mısırbilimci James Henry Breasted’e başvurulur. Breasted, 1930 yılında papirüsün tam çevirisini yayınlar.
Modern tıbbın anahtarı niteliğindeki belge, gerçekçi ve gözleme dayalı tedavinin en erken örneklerini bize göstermektedir. Ayrıca beyin omurilik sıvısından bahseden ilk belgedir.


James Henry Breasted’in çevirisi (1930). Sol başta, hiyeroglif yazıyla “beyin omurilik sıvısı” yazmaktadır.
Basamaklı Piramitten Kızıl Piramite
Mısır piramitleri denilince akla Gize Platosu’ndaki üç muntazam piramit [Khufu (Keops), Khafre (Kefren), Menkaure (Mikerinos)] gelir. Yazımızda piramitlerin öncüleri mastabalardan, Imhotep’in dehasıyla inşa edilen Basamaklı Piramitten bahsettik. Adeta aşama aşama yükselen uygarlığın, krallığın lojistik imkânlarının genişlemesiyle anıtsal mimaride sonsuza dek ayakta kalabilecek şaheserler miras bıraktığını görmekteyiz.
Dördüncü Hanedan’ın ilk kralı Sneferu’nun Dahşur’daki Kızıl Piramidi anlatılmaya değer… Kızıl Piramidin kalbinde iki yüksek ön oda inşa edilmişti. Sneferu muhtemelen Büyük Gize Piramidi’nin inşacısı olan Khufu’nun babasıydı ve bu odanın içindeki çarpıcı, bindirmeli çatı, tıpkı Khufu’nun ‘Büyük Piramit’i içindeki Büyük Galerisi gibi, yukarıdan aşağıya doğru gelen inanılmaz ağırlığı azaltmak için tasarlanmıştı. Yalnızca bu ayrıntı bile Antik Mısır mimarisinin muntazamlığa nasıl ulaştığı hususunda bizlere ipucu vermektedir.
Dipnot
* Serdab ‘kiler’ kelimesinin Arapça karşılığıdır. Kelimenin tam anlamıyla “soğuk su” anlamına gelen bir serdab, ölen bir kişinin Ka heykeli için bir oda görevi gören eski bir Mısır mezar yapısıdır.
Kaynakça
Chris Naunton, Searching for the Lost Tombs of Egypt, bit.ly/losttombs Son Erişim Tarihi: 05.05.2024
https://www.researchgate.net/figure/Breasteds-1930-translation-and-comments-on-case-6-of-the-Edwin-Smith-Papyrus-Public_fig1_326450466 Son Erişim Tarihi: 05.05.2024
Nile Magazine Discover Ancient Egypt Today, Mart 2024, Sayı: 36
Schlögl, Hermann, Eski Mısır, çev. Firuzan Gürbüz Gerhold, Alfa Yayınları, İstanbul, 2019.
-
Kadeş Savaşı

Kadeş Savaşı, Antik Dünya’nın iki büyük kuvvetini karşı karşıya getirmişti. Doğu Akdeniz’de Amurru toprakları üzerinde kurulacak hâkimiyet arzusu, eski zamanların iki güçlü kralı Muvatalli ve II. Ramses arasında kıran kırana bir mücadeleye adeta uzun soluklu bir satranç müsabakasına sebep oldu. Bu savaştaki stratejik hamleler, kurulan tuzaklar ve yapılan fedakârlıklar gerek Hitit İmparatorluğu gerek Mısır İmparatorluğu açısından ağır zayiata yol açmış, en nihayetinde zoraki ancak eşitlikçi sayılabilecek bir barış yaratmıştı.
Geçmişteki fatih firavun III. Tuthmosis’ten esinlenen II. Ramses, Mısır ordusunu “Suriye’nin derinliklerine” yürüttü. O sırada, Ramses’in, Hitit Kralı Muvatalli’nin kendisine kurduğu tuzaktan haberi yoktu.
II. Ramses ordusunu dört alaya ayırmıştı. Alaylar adlarını, Mısır tanrılarından almıştı: Amun, Re, Ptah ve Set. Amun alayına kendisi liderlik ederken diğer üç alay kraliyet ailesi prenslerinin komutası altındaydı.
Mısır kayıtlarında şöyle anlatılır:
“Majesteleri daha önce esir aldığı paralı askerlerin yanı sıra birliklerini ve savaş arabalarını da hazırlayarak sefer planını açıkladı. Yürüyüş, saltanatının beşinci yılında, güneş mevsiminin ikinci ayının dokuzuncu gününde iyi başladı. Ramses II, ordusunu Amun, Re, Ptah ve Set adında dört alaya ayırdı. Amun alayına kendisi liderlik etti.”
Mısır ordusunun büyük bir kısmı, Nil Nehri vadisinde dolaşan zorunlu asker toplama bölüklerinde yetiştirilen piyadelerden oluşuyordu. Başlıca piyade silahları cirit ve kısa kılıçtı. Her beş kişiden biri (muhtemelen bir subay) bir asa taşıyordu. Mısırlılar korunmak için vücuda oturan miğferler ve hasırdan yapılmış zırhlı tunikler giyerlerdi. Her adam, ahşap bir çerçevenin üzerinde, alt kısmı kare, üst kısmı yuvarlak olan, öküz derisinden bir kalkan taşıyordu. Bu ağır kalkan onu korurken aynı zamanda piyadenin savaş alanındaki hareket kabiliyetini de kısıtlıyordu.
Her ne kadar Ramses’in piyadeleri çoğunlukla Mısırlı olsa da (bu sefer için özel olarak tutulan ‘Shardana’lı paralı askerlerle destekleniyordu), okçularının neredeyse tamamı Nubyalılardan oluşuyordu ve lamine kemik ve ahşap katmanlarından yapılmış kompozit yaylarla donanmışlardı.
Bronz Çağı’nın en güçlü silahı savaş arabalarıydı ve Mısırlıların küçük, kalıcı bir savaş arabası gücü vardı. Arabalar nispeten küçük ve hafifti, her biri iki kişiyi taşıyordu; bir sürücü ve bir savaşçı. Mısırlılar savaş arabalarını hareketli atış platformları olarak görüyorlardı: Sürücü, savaş alanında manevralar yaparken, savaşçı da düşman saflarına ok yağdırıyordu. 20. yüzyılda tanklar, yıldırım savaşlarının en büyük gücü olmuştu, M.Ö. 13. yüzyılda ise aynı şeyi savaş arabaları (chariot) için söyleyebiliriz.
Hitit Kralı II. Muvatalli, müttefik ve komşu devletlerden aldığı yardımla büyük bir ordu toplamıştı. Ordusunu 10 kişilik gruplar halinde organize etti. Bir subay 10 kişilik bir birliğe komuta ediyordu, bu birliklerden 10’u bir grup oluşturdu ve ardından 10 grup daha da büyük bir birlik oluşturdu ve bu böyle devam etti. Hitit savaşçıları sivri uçlu miğferler ve uzun elbiseler giyerlerdi.
Hitit arabasının ahşap bir çerçeve üzerine monte edilmiş deriden yapılmış bir gövdesi vardı. Bu çerçeve de iki telli tekerleğin arasına monte edilmişti ve aks, üç adamın (bir sürücünün, bir savaşçının ve bir kalkan taşıyıcısının) ağırlığını desteklemek için bir Mısır arabasındakinden daha ileride konumlandırılmıştı. Savaşçı kavisli bir kılıç taşısa da asıl silahı mızraktı. Hititler, düşmanın piyade hatlarını kırmak için savaş arabalarını bir şok kuvveti olarak kullandılar.
Mısır ordusunun sefer planı cüretkârdı. II. Ramses bizzat komuta ettiği Amun alayı ile kara yolunu kullanarak Kenan’a, ardından Suriye’nin güneyinden Kadeş şehrine ilerleyecekti. Diğer alaylar başka yollardan geçerek firavunun birliğiyle şehrin yakınlarında buluşacaktı.
Mısır metinleri, savaşı anlatırken mağrur bir dil kullanır. II. Ramses’in mutlak zaferini ilan etmek üzere yazılmıştır. Oysa iki taraf için de zaferden söz etmek pek mümkün değildir. Bilhassa, yanlış bir istihbarattan dolayı II. Ramses savaş sırasında çok müşkül bir durumda kalmıştır. Bu müşkül durum, Mısır kayıtlarındaki satır aralarından da adeta cımbızla çekilip anlaşılabilir:
“Kral User-Maat-Ra Setep-en-Ra (II. Ramses), sonsuz yaşam verilen, zaferinin başlangıcında Hatti (Kheta) ve Naharin ülkelerinde, Arvad ülkesinde, Pedes, Derden topraklarında, Mesa ülkesinde, Kelekesh ülkesinde, Kargamış, Kode topraklarında, Kadeş ülkesinde, Ekereth ülkesinde ve Meshheneth topraklarında başarılar kazandı. (…) İşte efendimiz, savaş arabalarını ve piyadelerini hazırladı, kılıcının zaferiyle efendinin tutsağı (muhafızı) olan Sherden (…) savaş planını verdiler. Efendi, yanında piyadeleri ve savaş arabalarıyla kuzeye ilerledi. İlerleyişinde doğru (kutlu) bir yol seçti. Beşinci yılın üçüncü mevsiminin ikinci ayı dokuzuncu günde efendi, Tharu kalesini geçti (…) (Tanrı) Montu gibi ilerledi. Her ülke kalpleri korku içerisinde (onun ilerleyişi karşısında) titredi. Efendinin ordusu dar yoldan ilerleyerek geldiğinde bütün isyancılar efendinin (dehşetli) şöhreti karşısında (çekinerek) huzurunda korku içerisinde eğildiler. (…) Şimdi, bundan birçok gün sonra efendi, User-Maat-Ra Setep-en-Ra, (II. Ramses) kuzeye doğru ilerleyerek Kadeş’e ulaştı. Sonra efendi, Teb’in efendisi (Tanrı) Montu gibi, babası gibi ilerledi ve Orontes (Asi) nehrini geçti. (…) Efendi şehre ulaştığında Hattilerin bozguna uğramış sefil şefi (Hitit Kralı) Hatti topraklarından denizin sonuna kadar olan tüm ülkelerden topladığı (askerlerle) geldi. (Bu ülkeler) Naharin, Arvad, Mesa, Keshesh, Kelekesh, Luka, Kezweden, Kargamış, Ekereth, Kode, Nuges topraklarının tamamı, Mesheneth ve Kadeş (idi). (Hitit Kralı) yanındaki şefleriyle birlikte bütün bu ülkelerin askerlerini ve savaş arabalarını yanında topladı, (yanında) getirmediği hiçbir ülke kalmadı. Onlar çekirge gibi dağları ve vadileri kapladılar. Onlar, kendi ülkelerinde altın ve gümüş bırakmadılar, yağmaladıkları (altın ve gümüşü) yanındakilere vererek onları (Hitit müttefiklerini) savaşta yanlarında getirdiler. İşte, efendi korumalarıyla birlikte tek başınayken ve Amun bölüğü onun (Mısır Kralı) arkasından gelirken, Hattilerin bozguna uğramış sefil şefi (Hitit Kralı) birçok müttefik ülkesiyle beraber Kadeş kentinin kuzeybatısında konuşlanmış ve savaş düzeni almıştı. (Bu esnada) Re Bölüğü Shabtuna’nın güney tarafındaki nehir yatağını geçerken Amun bölüğünün bir iter mesafesi uzağındaydı ve Ptah bölüğü Aranami şehrinin güneyindeydi ve Sutekh (Set) bölüğü yolda ilerliyordu.”
Mısır metinleri, her ne kadar düşmanı aşağılayıcı ve küçümseyici ifadelere yer vermiş olsa da aslında Hitit Kralı Muvatalli’nin başarılı bir siyasetle komşu ülkeleri tek bir çatı altında birleştirmeyi başardığını ve Hatti topraklarından denizin sonuna kadar olan tüm ülkelerden topladığı büyük bir orduyla Kadeş kentinin kuzeybatısında konuşlanmış ve savaş düzeni almış olduğunu görüyoruz. Buna karşılık yine Mısır metinlerinden anlaşılacağı üzere II. Ramses’in ordusunun düzeni hakkında aynı başarıdan söz edemiyoruz. Mısır birlikleri, birbirlerinden kopuk bir halde bütünlükten uzaktır. Hatta II. Ramses’in yanında yalnızca kişisel korumaları ve Amun bölüğü bulunuyordu, Re Bölüğü Shabtuna’nın güney tarafındaki nehir yatağını geçerken Amun bölüğünün bir iter mesafesi uzağındaydı ve Ptah bölüğü Aranami şehrinin güneyindeydi ve Sutekh (Set) bölüğü yolda ilerliyordu.
II. Ramses’in Mısır ordusu, savaşa hazırlıksız yakalanmış, birlikler birbirinden uzak kalmıştı. Bu durumun temel nedeni, firavunun aldığı yanlış bir istihbarattı. Ramses’in tuzağa çekilişi, şöyle gerçekleşti: Mısır ordusunun ana kuvveti Kadeş’ten 25 km (16 mil) uzakta kamp kurmuştu. Ertesi sabah alay, Orontes (Asi) Nehri’nin doğu kıyısındaki Shabtuna kasabasına doğru yola çıktı. Bu yürüyüş sırasında, Ramses’in adamları Shasu Bedevi kabilesinden iki adam getirdiler. Firavun, onlara “yöneticileriniz nerede” diye sordu. İki adam, Hititlerle ilişkilerini kestiklerini iddia ederek hem kendilerinin hem de yöneticilerinin Mısır firavununa bağlılığını ilan etmeye geldiklerini, yöneticilerinin Hitit kralının yanında olduğunu ve Hititlerin Tuneb’in kuzeyinde Halep’te olduklarını söyledi. Muvatalli’nin, firavunun kuzeye doğru hareket ettiğini öğrendiği için güneye doğru ilerlemekten korktuğunu aktardılar. Bedevilere göre Hititler Kadeş’ten 200 km (125 mil) uzakta kamp kurmuştu. Bu bilgi II. Ramses’i diğer alayları geride bırakıp Amun alayının başında hızla şehre doğru ilerlemeye teşvik etti.
Ramses, birliklerin geri kalanını beklemek için kamp kurduğunda, Hitit ordusunun Halep’te olmadığını, aslında Kadeş’in hemen kuzeydoğusunda mevzilendiğini itiraf eden iki düşman casusunu yakaladı! Ramses bir tuzağa düştüğünü fark etti. Bir adamını, Ptah alayını yardıma çağırması için gönderdi. Firavunun mesajında şunlar yazıyordu: “Hızlı ilerleyin, efendiniz Firavun tek başına savaşta!”
Hitit kralı Mısır ordusuna saldırmak için uygun zamanı kolladı. Re alayı Shabtuna Nehri’ni geçerken, kral Muvatalli 2500 savaş arabasıyla sürpriz bir saldırı başlattı. Mısırlılar karşı koyacak durumda değildi; askerler paniğe kapıldı ve sıralarını bozdu; bazıları güneydeki Ptah alayına, diğerleri ise kuzeye, Amun alayına ve firavuna doğru koştu. Hititler kuzeye gidenleri takip ederek Amun kampına ulaşana kadar onları rahatsız ettiler, orayı istila ettiler ve birliklerin çoğu kaçtı, geriye yalnızca Ramses’in kendisi, bir avuç subay ve adamı ve firavunun kişisel koruması kaldı. Firavun ve adamları cesurca karşılık verip yerlerini korudular. Kaçanların bir kısmı Hititlerin geri püskürtüldüğünü görünce geri döndü ve şiddetli bir direniş çekirdeği oluştu.
Mısır kayıtlarındaki şekliyle:
“Efendi, Amor ülkesinin sahilindeyken ordusundaki bütün yüksek rütbeli (komutanları) askerleri (görevlendirdi) yerleştirdi. Hattilerin bozguna uğramış sefil şefi (Hitit Kralı) beraberinde olan piyadelerin ortasında konuşlanmışken efendinin korkusundan savaşmak için dışarı (savaş alanına) çıkmadı. Sonra (Hitit Kralı) o, her birinde üç kişinin olduğu, kum gibi kalabalık olan savaş arabalarını (savaş) meydanına sürdü. (…) Efendi, yanında hiç kimse olmaksızın bozguna uğramış Hattilerin üzerine hücum etti.”
Hitit saldırısı doruğa ulaştığında, Mısır kampındaki yalnızca bir savaş arabasının atları karşı saldırı için koşum takımına sahipti: Ramses’in, “Thebes’te Zafer” ve “Mut Tatmin Edildi” adlı atlarının çektiği kendi savaş arabası. Ramses sürücüsü Mennu’yu çağırdı ama adam gelmekten korkuyordu.
Bu noktada, Ramses, ordusunu ve belki de imparatorluğu yıkımdan kurtaracak güç ve cesaret için tanrı Amun’a dua etti. Daha sonra, elleri serbest kalsın diye atları kontrol etmek için dizginleri beline saran Ramses, tek başına Hititlere saldırdı; ya talihini geri kazanacak ya da ölecekti.
Mısır kayıtları, Ramses’in Hitit ordusunun etrafından tamamen geçmeyi başardığını ve kendi kampına zarar görmeden döndüğünü söylüyor. Bu tehlikeli anda, Ramses’in sahil yolunu korumaları ve Kadeş’te orduyla buluşmaları emrini verdiği Na’arin (Güçlü Gençler) birliği sallanan kılıçları ve uçan mızraklarıyla Mısır kampına akın ederek Hititleri ezdiler. Hayatta kalan Hititler Kadeş’e doğru kaçtı. Hitit savaş arabaları onların önünde boyun eğdi. Muvatalli 1000 savaş arabası daha gönderdi.
Mısır ordusu, asla pes etmeyen bir savaşçı olan genç firavunun yol gösterici ruhunu takip etti ve düşmanı Orontes (Asi) nehrine sürüp mağlup etti. Ptah alayı nihayet geldiğinde Mısır kuvvetleri bölgenin tam kontrolünü ele geçirdi.
Ertesi gün iki ordu arasında çatışmalar çıktı, ancak her iki güç de kesin bir üstünlük sağlayamadı. Mısır metinlerine göre Hitit kralı firavuna elçiler göndererek ateşkes ve düşmanlıkların durdurulması talebinde bulundu. Ramses danışmanlarını toplayarak Hititlerin teklifini onlara sundu. Şöyle dediler: “Barış her şeyden önce harika bir şeydir Majesteleri.” Ramses, Kadeş’i daha sonraki bir tarihte ele geçirmek umuduyla ateşkesi kabul etti.
Kadeş Savaşı, kanlı mücadelenin taraflarının ağır bedeller ödediği bir savaştır. Mısır kayıtlarına göre Hitit Kralının bozguna uğratılan ordusu savaşın başlangıcında müttefikleriyle beraber 45.000 kişiyi buluyordu. Ayrıca bu savaştan dolayı iki kralın da hazineleri tükenme noktasına gelmiştir ve siyasi güçleri zarara uğramıştır. Modern tarihçiler tarafından Kadeş Savaşı olarak adlandırılan bu savaş, II. Ramses’in tapınakların duvarlarına kazınmasını emrettiği sahnelerle betimlenmiştir. Her ne kadar savaşın kesin bir kazananı olmasa da bu çizimler Ramses’in zaferini ilan ediyordu. Çünkü bu yalnızca kişisel bir savaş değildi, yaratıcı tanrının dünyadaki tezahürü olarak her zaman muzaffer olması gereken firavun II. Ramses’in savaşıydı. Mısırbilimci Zahi Hawass’ın deyişiyle “kaos üzerinde düzen için verilen ebedi savaşı” temsil ediyordu.
II. Ramses evine döner dönmez Suriye-Filistin kıyısındaki şehirler ona karşı ayaklandı. Muvatalli, Amurru ve Kadeş dâhil olmak üzere şehirleri birbiri ardına ele geçirdi. Takip eden yıllarda Ramses, kaybedilen şehirlerin çoğunu geri alarak Suriye’ye seferler düzenlemeye devam etti. Bu savaşlar bölgede Mısır egemenliğini yeniden kurdu, ancak Mısır ile Hititler arasındaki şiddetli ve sürekli mücadeleler, yeni bir gücün sahneye çıktığı bir dönemde iki tarafı da tüketti: Kral I. Adadnirari’nin liderliğindeki Asurlular. Fırat’ın doğusundaki Mitanni topraklarının kalıntılarını ele geçirdi ve Hititler için ciddi bir tehdit haline geldi. Aynı zamanda Mısır, Deniz Halklarının saldırılarına maruz kalıyordu. Mısırlılar ve Hititler artık birbirleriyle savaşamayacaklarını anlayınca bir barış antlaşması imzalamaya karar verdiler. II. Ramses’in saltanatının 21. yılında, dönemin Hitit kralı III. Hattuşili’den iki elçi, üzerinde yeni bir barış antlaşması talebinin yazılı olduğu gümüş bir tabletle geldi. Antlaşma metnine göre, Hititler ve Mısırlılar daima kardeşlik ve barış içinde yaşayacaktı.
KAYNAKLAR
Hawass, Zahi, The Mysteries of Abu Simbel – Ramesses II and the Temples of the Rising Sun, The American University in Cairo Press, 2002.
Suhr, Robert Collins, Battle of Kadesh, Military History, August 1995 https://www.historynet.com/battle-of-kadesh/ Son Erişim Tarihi: 07.10.2023.
Yıldırım, Ercüment, Nil’in Tanrı Kralları, Arkeoloji ve Sanat Yayınları, 2019.

-
Kadın Firavun: Hatşepsut

Giriş
Günümüzde dizi ve film sektörü epeyce ilerlemiştir. Tarihte önemli işler başaran ya da adı sansasyonel olaylarla anılan insanların hayatları, senaristler tarafından tekrar kurgulanıp geniş izleyici kitlelerine sunuluyor. Dijital platformların da artmasıyla tarihi figürler artık ekranlarda daha sık görülüyor. Bugün, halk arasında bir anket yapılsın ve basitçe şöyle sorulsun: Antik Mısır’da en güçlü kadın kimdi? Büyük bir ihtimaldir ki; popüler kültür, dizi ve filmlerin etkisiyle insanların birçoğu ‘Kleopatra’ diyecektir. Biraz daha tarih ilgisi ve merakı olan anket katılımcıları ‘Nefertiti’ yanıtını verebilir. Antik Mısır’da, adını andığımız bu iki kadından daha güçlü ve başarılı bir kadın yaşadı: Hatşepsut.
Mısır ülkesi, bir imparatorluğa dönüşmek üzereydi. İleride savaşçı ve yenilikçi kimliğiyle öne çıkacak olan Tuthmosis (adının anlamı Thoth doğdu), I. Amenhotep’in halefiydi. Muhtemelen “kraliyet ailesinin yan kolundan” geliyordu. Tahttaki meşruiyetini, “Amon’un tanrısal eşi” ve I. Amenhotep’in kızı Ahmose ile evliliğinden alıyordu. I. Tuthmosis hükümdarlığında, Mısır ülkesinin sınırı Dördüncü ve Beşinci Çağlayan arasına kadar yayılıyordu, daha önce bunu başaran olmamıştı.
Tuthmosis, halefine büyük bir imparatorluk bırakacaktı. Ne yazık ki; I. Tuthmosis’in en büyük oğlu “veliaht prens ve başkomutan Amenmose” ve onun erkek kardeşi Wadjmose, babalarından önce öldüler. Kralın ikinci eşi Mutnoferet’ten doğma Tuthmosis yeni varisti. Prens Tuthmosis, Ahmose’nin kızlarından üvey kardeşi Hatşepsut ile evlenerek tahtta hak sahibi olabilmişti. Ahmose’nin diğer kızı Nefrubity’nin genç yaşta öldüğü düşünülüyor.
II. Tuthmosis ve Hatşepsut evliliğinden erkek evlat doğmadı. II. Tuthmosis’in ikinci eşi ya da cariyesi olan İset (adı Tanrıça İsis’ten geliyor) krala bir erkek evlat vermişti. II. Tuthmosis oğlunu Hatşepsut’un büyütmesini istemişti. Kral öldüğünde oğlu III. Tuthmosis henüz çok küçüktü. Hatşepsut kendi vaktinin geldiğini anlamıştı. Babası I. Tuthmosis’in yanında seferlere çıkan Hatşepsut, dehasını ve bu zamana kadar edindiği siyasi tecrübeyi kullanmaya başlayacaktı.
Kadın Firavun
18. Hanedan’ın savaşçı kralı I. Tuthmosis ve onun “tanrısal eşi” Ahmose’nin kızı Hatşepsut, üvey oğlu henüz çok küçük yaşta olduğu için kral nâibliğini üstlendi. Mimar ve önemli devlet görevlisi Ineni’nin yazdıkları bu durumu teyit ediyor: “(II. Tuthmosis’in) oğlu İki Ülke’nin (Aşağı ve Yukarı Mısır) kralı olarak onun yerine geçti, onu yaradanın tahtına hükmediyor. Bu arada (II. Tuthmosis’in) üvey kız kardeşi Tanrı’nın eşi Hatşepsut ülkenin sorunlarıyla ilgileniyor. İki Ülke onun yönetimi altında.” Bir süre sonra, Kraliçe Hatşepsut nâiblik ile yetinmeyi bırakacaktı. Kendisinin, babası I. Tuthmosis’in gerçek varisi olduğunu ilan edecekti. Dini bir bayramı fırsat bilerek tanrıların isteğiyle, “Tanrı Amon’un kehanette bulunduğu gerekçesiyle” yönetimi doğrudan ele geçirir ve taç giyer (M.Ö. 1477). Tahtı için meşruiyeti sağlaması önündeki en büyük sorundu. O, en nihayetinde bir kadındı. Mısır ülkesinde pek görülen bir durum değildi bu. Geleneklere bağlı devlet görevlilerine, Amon rahiplerine (din adamlarına) ve halka kendisini kral olarak kabul ettirmeliydi. Mısırbilimci Erik Hornung, bu konuda şöyle yazacaktır: “Eski ve Yeni Krallıkta krallık belirli hatlara sahipti, ama hükümdarların kişiliği karanlıkta kalıyordu; oysa Yeni Krallıkta Hatşepsut’tan itibaren hükümdarın kişiliği açıkça ve eşsiz bir biçimde vurgulanırken, krallığın gelenekleri muğlaklaşır. Krallığın biçimlendirici gücü ne kadar az hissedilirse, kişilikler de o kadar gelişir, ama tanrının istenciyle kurulan yeni bağ da bir o kadar sıkıdır.”
Hatşepsut, annesi Ahmose’den dolayı hanedanın kurucu soyundan gelmesini başarıyla kullanmıştır. Kraliçe kendisine sadık kalacak devlet adamlarının rütbesini yükseltiyordu. Amon’un yüksek rahibi olarak rahiplerin başına getirilen Hapuseneb, kraliyet ve saray işlerinin idarecisi, başmemur ve ayrıca II. Tuthmosis ve Hatşepsut’un kızı Nefrure’nin eğitmeni Senenmut, baş hazinedar Nehesi, Kraliçe’nin etrafındaki önemli devlet görevlileriydi. Bu sayılanlar arasından özellikle Senenmut en kudretlisiydi, kraliçeyle görüşmek isteyenlerin kabulüne karar vermekle görevlendirilmişti ki -mütevazı bir aileden doğma, çalışıp didinerek elindeki güce kavuşan bu adamın- adı kraliçenin âşığı olduğu yönündeki söylentilere karıştı.
Kraliçe Hatşepsut, “firavun” (per-aa) unvanını kullanıyordu, aslında per-aa “büyük ev, saray” anlamına gelmekte olup ülkenin yönetim merkezini işaret ediyordu. Yeni Krallık’tan itibaren ülkeyi yöneten kral için bir hitap şekli olmuştu. Firavun rolüne uygun olarak resmî törenlerde takma sakal kullanıyor, kendini erkek ya da erkek sfenks olarak tasvir ettirmek zorunda kalıyordu. Yine söylemek mümkün ki Hatşepsut kadın kişiliğini yansıtmaktan geri kalmıyordu, vücut hatlarını belli eden kraliyet tören giysisi vardı, “Saf altının dişi Horus’u” adını almıştı. Ayrıca kendine “Ra’nın kızı” ve “mükemmel tanrıça” diyordu. Kadın bir firavun olarak kendini kabul ettirdiği bu durumların dışında tapınak kabartmaları gibi daha geleneksel mekânlarda, bir erkek olarak betimleniyordu. Deyrü’l Bahri bölgesinde inşa ettirdiği ‘Cenaze Tapınağı’nda (mimarı Senenmut) Amon’un ağzından kendi düşüncelerini söyletmiş, böylece tanrısal rolünü güçlendirmiş ve kendini Amon’un oğlu olarak tanıtmıştır. Karnak’taki Amon Tapınağına diktirdiği, iki pembe granit obelisk (dikilitaş) neredeyse 30 metre yüksekliğindedir. Üst kısımlar -alaşımında yüzde %40 altın %60 gümüş bulunan- elektron denen bir çeşit madenle kaplıydı. Paratoner gibi çalışması bekleniyordu. Şafak vakti güneşin ilk ışıklarının yakalanıp güneş gücünün Karnak Tapınağı’nın kalbine taşınması isteniyordu. Karnak Amon Tapınağı’na dikilen bu dikilitaşların, Asvan’dan Thebes’e yani bugünkü Luksor’a teknelerle nakledildiğini gösteren tasvirler yine Hatşepsut Tapınağında bulunabilir. Aynı tasvirler, teknelerle nakledilme görselleri, Silsila’da da saptanmıştır. Hatşepsut’un ‘kızıl şapel’i ise Amon’un kalbi Karnak Tapınağı’nın tam ortasındaydı, içerisinde yelkenli bir tekne üzerinde tanrının heykeli vardı.
Fikrim odur ki; Kraliçe Hatşepsut, meşruiyetini sağlamlaştırmak, kendini firavun olarak kabul ettirmek, dini tapınak yazıtlarında kendini tanrıların temsilcisi olarak göstermek için Amon rahiplerine tavizler vermişti. Amon rahiplerinin Hatşepsut’tan itibaren siyasal güçler kazandığı ve kâfir kral olarak anılan Akhenaton devrine kadar bu güçlerinin katlanarak arttığı söylenebilir. (Firavun Akhenaton, Amon rahiplerinin siyasi gücünü kırmak için Mısır’ın çok tanrılı dinini terk edip tek tanrılı Aton (Güneş) kültünü benimsemiş, Amon rahiplerinin nüfuzundan uzaklaşmak için başkenti Teb’ten Amarna’ya taşımıştı. Yeni benimsediği din halk nezdinde kabul görmedi ve oğlu Tutankhamun döneminde unutulup gitti.)
Hatşepsut askerî seferlerden ziyade ticarî seferler düzenlemiştir. İnşa ettirdiklerinin arasındaki en görkemli yapı şüphesiz Deyrü’l Bahri bölgesindeki ‘Cenaze Tapınağı’dır. Bu yapı kendi seçtiği sahnelerin tasvirleriyle doludur. Buradaki bazı adaklar Hatşepsut’un askerî yetenekleri hakkında bilgi veriyor. Nübye’ye askerî sefer düzenler. Bakır alaşımından bir balta başında Hatşepsut’un adları ve unvanları yer alıyor. Kraliçe Mısır’a zenginlik getirmek istiyordu. Ekonomik ittifaklar oluşturarak güneyde Kızıldeniz kıyısındaki Punt Krallığına (bazı kaynaklara göre bugünkü Somali toprakları) ticarî seferler yaptı. Tütsü olarak yakılan hoş kokulu bitkiler, abanoz ağacı, elektron, kısa boynuzlu iri sığırlar, fildişi, hayvan postu gibi ürünler Punt ülkesinden Mısır’a getiriliyordu. Hatşepsut tapınağında (Deyrü’l Bahri’deki cenaze tapınağı), bu girişimler yazı ve resimlerle anlatılmıştır. Punt kraliçesi de şişman ve eğri bedeniyle tasvir edilir. Kırmızı kubbeye benzeyen bir görselde büyük bir mürsafi yığını gösterilmiştir. Mürsafi bir reçine türüdür. Geleneksel mumyalama işlemlerinde kullanılmıştır. Güzel koktuğu için antik bir parfüm diyebiliriz. Hatşepsut’un da parfüm olarak mürsafi kullandığını düşünebiliriz.
Hatşepsut’un adları
Mısır kralları doğum adlarının yanı sıra kendilerine bir taht adı alırlar. Kraliçenin doğum adı Hatşepsut idi. Taht adı olarak kendine “Maatkare” (gerçek ve yaşam gücü, bir Ra) adını aldı. Horus adı, bir firavunun adının en eski biçimidir, genellikle bir saray cephesini temsil eden ve bir tür “hanedan arması” olan bir serekh içine alınır. Hatşepsut’un Horus adı Weseretkau idi. Altın Horus adıysa Netjerekhau. Nebty adı sırasıyla Yukarı ve Aşağı Mısır’ı temsil eden tanrıçalar olan Nekhbet ve Wadjet’i (İki Hanımefendi) temsil eder. Kraliçenin Nebty adı ise Wadjrenput.

Obelisk üzerinde Hatşepsut kartuşu, Luksor, Mısır


Kartuş içerisinde Hatşepsut’un taht adı “Maatkare”
Son sözler
Hatşepsut’un tek çocuğu Nefrure adındaki kızıdır. Kraliçe onu veliaht prenses olarak hazırlamıştır. Ne yazık ki, Nefrure genç yaşında ölünce III. Tuthmosis’in ileride ülkeyi tek başına yöneteceği kesinleşir. Hatşepsut, Mısır’ı yirmi yıldan biraz daha uzun bir süre tek başına yönetmiştir. Başarılı Kraliçe öldüğü zaman III. Tuthmosis tek başına iktidara geçti. Kraliçenin ölümünün ardından sistematik tahribat başladı, Hatşepsut’un kraliyet heykelleri yıkıldı, adı taşlardan kazındı. Kraliçe’nin kayıtlardan silinmeye başlaması M.Ö. 1458’e uzanır. Adı resmî kral listesinden kaldırıldı.

Deyrü’l Bahri’deki Hatşepsut Tapınağı, Thebes (Luksor), Mimarı Senenmut

Hatşepsut’un Punt seferinden detay
Kaynaklar
Freeman, Charles, Mısır, Yunan ve Roma: Antik Akdeniz Uygarlıkları, çev. Suat Kemal Angı, Dost Yayınları, Ankara, 2018.
Hornung, Erik, Mısır Tarihi, çev. Zehra Aksu Yılmazer, Kabalcı Yayınevi, İstanbul, 2020.
Schlögl, Hermann, Eski Mısır, çev. Firuzan Gürbüz Gerhold, Alfa Yayınları, İstanbul, 2019.
Yılmaz, Cemal, “Hatşepsut: Naibelikten Firavunluğa Yürüyen Bir Kraliçe”, OANNES – Uluslararası Eskiçağ Tarihi Araştırmaları Dergisi, 2/2, Eylül 2020, ss. 277 – 300.
https://www.britannica.com/biography/Hatshepsut (Son Erişim Tarihi: 16.07.2023)
https://www.ancientegyptblog.com/?p=2028 (Son Erişim Tarihi: 16.07.2023)
https://pharaoh.se/pharaoh/Hatshepsut (Son Erişim Tarihi: 16.07.2023)
#hatşepsut
#antikmısır
-
Tutankhamun

26 Kasım 1922 tarihi yirminci yüzyılın en büyük keşfini müjdelemişti. İngiliz arkeolog ve Mısırbilimci Howard Carter, o günü anılarında “yaşamının en mutlu, en büyük günü” olarak yazar. 18. Hanedan’dan, babasının ölümüyle çocuk yaşta firavun olan ve çok genç yaşta vefat eden Tutankhamun’un -içindeki değerli eşyalarla birlikte- mezarının keşfi, bu firavunu ve onu bulan kaşifi ölümsüzleştirecekti.
Kazı çalışmalarının finansörü Lord Carnarvon ve arkeolog Howard Carter arasında, o tarihi günde, tarihi keşiflerinin hemen önünde sevinç, heyecan ve merak hislerinin birbiriyle yarıştığı o anlarda unutulmayacak bir konuşma geçer. Howard Carter, elindeki mumu taşların arkasındaki karanlık boşluğa doğru tutmuş ve gözlerini deliğe dayamıştı. Lord Carnarvon daha fazla dayanamayıp sormuştu:
– Bir şeyler görüyor musunuz?
Gördükleri karşısında nutku tutulan Howard Carter, zaferlerini gururla ilan ediyordu:
– Evet, muhteşem şeyler görüyorum!
Çocuk kral Tutankhamun’un kısa ömrünün huzurla geçtiğini söyleyebilmek güçtür. 18. Hanedan firavunlarından babası Akhenaton, Mısırlılar tarafından “kafir” olarak anılıyordu. Bunun sebebiyse Akhenaton’un Mısır’ın çok tanrılı dini yerine tek tanrılı Aton kültünü getirmesiydi. Aton, Güneş’ti. Amon rahipleri ile güç mücadelesine giren Akhenaton, başlangıçta IV. Amenhotep olarak anılıyordu. O yapacağı birtakım reformlara önce kendi adını değiştirerek başlamıştı.
Eski Mısır üzerine araştırma yapanlar ve meraklıları şu hususları bilirler: Akhenaton, Mısır’ın kadim tanrıları yerine kendisi bir “Aton kültü oluşturmuştu. Yeni benimsediği inancın daha rahat yayılması ya da bu inancın düşmanlarından uzak olması için başkenti Teb’den El-Amarna’ya taşıdı. Tarihçiler, Akhenaton’un Mısır’ın kadim tanrılarından vazgeçmesini, “Amon’un hoşnut olduğu” anlamına gelen -Amenhotep- adını değiştirmesini ve başkenti taşıyarak yeni bir merkez oluşturmaya çalışmasını birkaç farklı görüşe dayandırır. Sanırım en tutarlı ve gerçekçi yaklaşımı burada verebiliriz. Akhenaton güçlenen Amon rahiplerinin yaratacağı tehlikeyi görmüştü, din adamlarının yönetimde etkili olabilecek güce kavuşmasını engellemek istemişti. Bu amaçlar doğrultusunda başkenti Teb’den El-Amarna’ya taşıdı, yeni inancın getirdiği yeniliklerden biri olarak araya rahipler girmeksizin doğrudan Aton’la iletişime geçti, hem siyasi hem dinsel anlamda tek otorite haline gelmek istedi. Halk nezdinde yeni inanç kabul görmedi. Tutankhamun, Restorasyon Fermanı’nı çıkardı ve böylece Amarna Dönemi son buldu. Aton’un adı anılmadığı için -yasaklanmasa da- unutulup gitti.
Tutankhamun, M.Ö. 1332 yılında henüz dokuz yaşındayken -çocuk yaşta- firavun olmuştu. Ona verilen ad Tutankhaton idi. O, adını değiştirerek “Amon’un yaşayan sureti” anlamına gelen Tutankhamun adını aldı. Saltanat adı olan “Nebkheperrure” (Re’nin varlıklarının efendisi), mezarında bulunan nesnelerin üzerinde -kartuş içinde hiyeroglif yazıyla yazılmış olarak- sıkça karşımıza çıkar. Tutankhamun, firavun babası Akhenaton ve ünlü Mısır kraliçesi Nefertiti’nin kızı Ankhsenamun ile evlenmişti. Ankhsenamun, anlaşılacağı üzere -baba bir anne ayrı- kız kardeşiydi. Tutankhamun, devlet yönetiminde alınan kararlarda -genç yaşı nedeniyle- ne kadar etkilidir, bunu bilemiyorum. Babasının da veziri olan Ay, başkomutan General Horemheb gibi önemli devlet adamları büyük olasılıkla yönetimde söz sahibiydiler. Aslında Tutankhamun, Mısırbilimciler tarafından pek tanınan bir firavun değildi ta ki yirminci yüzyılın ilk çeyreğinde, Luksor’daki Krallar Vadisi’nde yapılan o muhteşem keşfe kadar! Bulunması belki Howard Carter’ın inatla aramasının ödülü ya da bir sürprizdi. Çünkü arkeologlar ve Mısırbilimciler Krallar Vadisi’nde başka bir mezarın bulunamayacağına ikna olmuş gibiydiler. Bir firavuna ait olamayacak kadar küçük olan mezar, Krallar Vadisi’nde şimdiye kadar çıkarılan en zengin, en görkemli ve hatta en büyüleyici hazineyi saklıyordu. Kitlelerin Mısır tarihine ilgisini artıran yine aynı mezar içinde bulunan Tutankhamun’un altın maskesiydi. Mezar odasının küçük olmasının sebebi muhtemelen firavun Tutankhamun’un genç yaştaki beklenmedik ölümüydü.
Tutankhamun hakkında bir biyografi kitabı yazan Garry Shaw, dünyanın en ünlü ölüm maskesi hakkında bize ilginç bilgiler veriyor: “3.300 yıl önce Tutankhamun’un maskesini yapmak için kullanılan altın, ya Mısır’ın doğu çölünden ya da Mısır’ın güneyindeki -zengin kaynaklara sahip- Nübye bölgesinden saray atölyesine getirildi. Çöl sıcağında çalışan işçiler, kuvarsit parçalarını öğüterek küçük altın parçalarını serbest bırakırken, diğerleri kumu tavladı. Yeterince altın topladıklarında, külçelere dönüştürüldü ve dövülerek şekillendirilmeleri için zanaatkarlara gönderildi. Maskenin kaşlarını ve gözlerini çevreleyen makyajı oluşturmak için kullanılan lapis lazuli çok daha uzaklardan geldi: Afganistan’daki Bedahşan dağları. Madenciler ‘lapis lazuli’ye erişmek için kaya yüzüne odun yığdılar ve ateşe verdiler. Daha sonra duvarın üzerinden su atmak suretiyle soğumasına ve çatlamasına neden olarak ‘lapis lazuli’yi ortaya çıkardılar. Obsidiyen gözbebekleri Etiyopya’dan gelmiş olabilirken, Nil Vadisi’nin her iki tarafındaki çöllerde maske için başka değerli taşlar toplandı.”
İstanbul’da “Tutankhamun: Çocuk Kral’ın Hazineleri” Sergisi
20 Ocak 2023 Cuma günü, İstanbullularla buluşan Tutankhamun sergisinde, Tutankhamun’un mezar odasından çıkan altın ve değerli taşlardan yapılmış firavunun ünlü ölüm maskesi, savaş arabası, silahları, mobilyaları, bastonları gibi eserlerin replikaları yer alıyor. Ben, 22 Ocak Pazar günü sergiyi gezme fırsatı buldum. Serginin misafirlerini ağırladığı yer İstanbul UNIQ Expo.
Tutankhamun’un ölüm nedeni, mezarı bulunmasından beri, Mısırbilimciler tarafından tartışma konusu olmuştur. Başlangıçta dile getirilen başına aldığı bir darbe ya da suikasta kurban gittiği görüşü şimdilerde geçerliliğini kaybetmiştir. Muhtemelen mumyasındaki kafa kırığı, mumyalama aşamasında ya da bulunduğunda mumyayı kurtarma sırasında oluşan bir hasardı. Mezarından çıkan eşyalarının arasında bastonların bulunmasına ve mumyasından elde edilen bilgiye dayanarak Tutankhamun’un yürüme zorluğu çektiği aşikardır. Kanında sıtma mikrobu bulunmuştur, ayrıca genç firavun bir çeşit kemik erimesi hastalığına sahipti. Yine bu noktada, Mısırbilimciler kardeşler arası evliliğin getirdiği sorunlardan bahseder. Her ne kadar yürüme zorlukları olsa da Tutankhamun’un savaş arabasıyla avlara çıkmaktan hoşlandığı biliniyor. Bunu firavunu avda gösteren tasvirlerden anlıyoruz. Genç firavun bir av sırasında ya da bir savaşta, -chariot- savaş arabasından düşerek yaralanmış olabilir. Saltanatının onuncu yılına yaklaşırken 19 yaşındaki firavun, belki bir sivrisinek ısırığıyla kanına mikrop karışması ve yaralarının iyileşememesi sonucu hayatını kaybetmiştir.
Son söz
Tutankhamun’un bozulmamış mezarının Howard Carter tarafından keşfi, hem yirminci yüzyıldaki hem arkeoloji tarihindeki en büyük andı. Antik dünyadan günümüze kalan 5.000’den fazla nesne, Mısırlı sanatçıların ve zanaatkarların, insanların vizyon ve hayal gücüne hitap eden başyapıtları Tutankhamun’u ölümsüzleştirdi, yığınla insanı Mısır’a çekti. Aslında her bir nesne, tek bir nedenden dolayı mezardaydı: Kralın ölümden sonraki ebedi hayata yapacağı yolculukta ihtiyaç duyacağı ekipmanlardı bunlar.
Tutankhamun, muhtemeldir ki huzurlu bir hayat sürmemişti. Olaylarla dolu bir yaşam, erken bir ölüm ve mezarındaki hazineler, bu yazıda kısmen anlatıldı.
Şimdi gözlerimi kapatıyorum, genç firavunu savaş arabasının üzerinde keyifle naralar atarken hayal ediyorum.

Kaynaklar
Carter, Howard, The Tomb of Tutankhamen, Century Publishing Co. Ltd, 1983.
Hornung, Erik, Mısır Tarihi, çev. Zehra Aksu Yılmazer, Kabalcı Yayınevi, 2020.
Shaw, Garry, The Story of Tutankhamun: An Intimate Life of the Boy Who Became King, Yale University Press, 2023 – https://www.theartnewspaper.com/2022/10/04/four-things-you-didnt-know-about-tutankhamuns-mask
Tuna, Turgay, Mezarlar ve Mumyalar, E Yayınları, 2016.
-
Hiyeroglif nedir? Hiyeroglifler nasıl çözüldü ve nasıl okunur? (Birinci Bölüm)

Giriş
Yazının ortaya çıkışı, ülkede birliğin sağlanması ve Memphis’te bir başkentin kurulması, birden üçüncü sülaleye kadar olan ve İlk Sülaleler olarak bilinen dönemin (M.Ö. 3100-2600) başlangıcını işaret eder. Charles Freeman’ın Mısır özelinde yaptığı bu tanımlamayı biraz daha açalım. Mısır uygarlığı, “Nil’in armağanı”dır. Nil nehri, güneyden kuzeye doğru akar. Bu doğrultuda, ülkenin güney kısmı Yukarı Mısır, kuzey kısmı Aşağı Mısır olarak adlandırılmıştır. Nil, Mayıs’ta yükselmeye başlar, Temmuz’dan Ekim’e kadar suyun yüksekliği düzleşmiş vadinin üzerinde akacak seviyeye ulaşırdı. Mısırlılar, Nil’in taşkın ve çekilme zamanını öğrenmişlerdi. Kasım’da sular çekilmeye başlar, Mart’tan Haziran’a kadar dört ay hasat zamanı olurdu. Yıl verimli geçerse büyük imar projeleri desteklenebilir, saray yöneticileri ve zanaatçılar rahat ederdi. Vergiler, saray tarafından toplanır, tahıl ambarlarında depolanırdı. Belirli bir yılda, Nil boyunca uzanan tarlalardan alınacak ürün miktarının hesaplanması için Nil taşkınlarının yüksekliği kaydedilirdi. Gordon Childe’nin şu ifadeleri konuyu özetler nitelikte: “Mısır’da tüm tarım dönemi taşkın ekseni çevresinde döndü.” Belki de bir yazı sisteminin geliştirilmesinde bunun rolü vardı.

Antik Mısır 1.1. Hiyeroglif nedir?
“Tanrı’nın sözleri” ya da “Firavunların kutsal metinleri” olarak adlandırılan hiyeroglifler, modern insan için çözülene kadar büyük bir gizem oluşturuyordu. En eski hiyeroglifler, M.Ö. 3000’lere kadar uzanır ve ortaya çıkışından sonraki 3500 sene varlığını korumuştur. En yakın tarihli Mısır hiyeroglifleri, MS 394’te Philae Tapınağı’na yapılmıştır. Yunanca Hieros + Glypho kelimelerinin bir araya getirilmesiyle “hieroglyph” adı oluşur, “Kutsal Yazıt” anlamına gelir. M.Ö. 332’de Büyük İskender, Mısır’ı işgal etmişti. İskender’in M.Ö. 323’teki ölümünden M.Ö. 30’da Roma’nın fethine kadar Mısır, Makedonyalı Yunan aile olan Ptolemaios’lar tarafından yönetilmişti. Önce Makedonyalı Yunanların, sonrasında Romalıların işgali, ülkeye Yunan ve Romalılardan oluşan büyük göçebe toplulukların yerleşmesine sebep oldu. Yerel dil, Kıptîler (Mısır adının Yunancası Aiguptos sözcüğünden türeme) tarafından konuşulsa da halk çoğunlukla okuma yazma bilmediği için yazı dilinde gerileme yaşandı. Mısırlı rahip Manetho’nun M.Ö. 3. yüzyılda kaleme aldığı Mısır tarihi Yunancadır. Bir başka Mısırlı rahip Hor-Apollo M.S. 3. yüzyılda Kıptî dilinde yazmıştır. Hor-Apollo’nun hiyeroglifleri yorumlarken her işaretin tek bir sembolik anlamı olduğunu yazması, atalarının yazı sistemini yanlış anladığını gösterir. Ancak onun bu hatası, Mısır hiyerogliflerini çözmeye çalışanları yanlış yönlendirmiştir. Halbuki, Mısır hiyerogliflerinin üç karakteristik özelliği vardır: Fonetik, ideografik ve semantik.
1.2. Hiyeroglifler nasıl çözüldü?
Napoleon, 1 Temmuz 1798 tarihinde, 400 gemiden ve 54.000 kişiden oluşan ordusuyla Mısır’a indi. İşgale başladı ancak bu Mısır istilası farklıydı. Çünkü Napoleon, asker ve denizcilerin yanı sıra 150 bilim insanını -mühendislik, astronomi, doğa tarihi, topografya, imalat ve dilbilim konularında eğitim almış bir grubu- beraberinde getirdi. Bilim insanlarının sorumluluk alanı Mısır toprakları değil, Mısır kültürü ve tarihiydi. Askeri istila nihai bir başarısızlık iken bilim insanları beklentilerin üzerinde başarılıydı. Özenli topografik araştırmalar yapılmış, yerli hayvanlar ve bitkiler incelenmiş, mineraller toplanmış ve sınıflandırılmış, yerel ticaretler incelenmiştir. En ünlü Antik Mısır eserleri, Luxor, Philae, Dendera ve Krallar Vadisi’nin tapınak ve lahitleri keşfedildi.
1799 yılında, Nil Deltası’ndaki Rosetta (Reşit) kasabasında yer alan Julien kalesinde, bir grup asker tarafından arkeoloji tarihinin en ünlü taş levhası bulundu. Fransız bilim insanları, bu keşfin değerini hemen fark ettiler. Bu taşın üzerinde, üç farklı yazı sisteminde işlenmiş bir metin bulunuyordu: Hiyeroglif, demotik ve Grek alfabesi. Her ne kadar, ilk ikisi bilinmese de sonuncusu (Grek alfabesi) çok iyi bilindiği için Mısır dilindeki yazıların çözülmesinde kullanılabildi. Rosetta (Reşit) Taşı, eski Mısır sembollerinin anlamını ortaya çıkarmanın muhtemel bir yoluydu. Metindeki Yunanca yazı, demotik ve hiyeroglif yazıyla karşılaştırılabilecekti. Fransızlar, metnin kopyalarını çıkartıp Paris’e yollamışlardı. Silvestre de Sacy, Rosetta Taşı’nı okumaya çalışan ilk Fransızdı. Ayrıca Jean-François Champollion’un öğretmeniydi.
Champollion’un Mısır’a tutkusu, Napoleon’un yakın çevresinde yer almış olan Fransız matematikçi Jean-Baptiste Fourier sayesinde başlamıştı. Fourier, 1800 yılında, henüz 10 yaşında olan Champollion’u “garip yazılarla bezenmiş Mısır antik eserleriyle” tanıştırmıştı. Champollion, genç yaşında, Fransa’da umut vaat eden bir dilbilimci olarak görülüyordu. 17 yaşına vardığında, “Firavunların yönetimindeki Mısır” başlıklı bir çalışma yayımladı ve bu sayede Grenoble’daki akademiye seçildi.
Champollion, onlu yaşlarında iken Eski Mısır dilinin doğrudan bir uzantısı olan Kıpti dilini öğrenmişti. Kıpti dili, M.S. 11. yüzyılda yaşayan bir dil olma özelliğini kaybetmiş olsa da Hristiyan Kıpti Kilisesi’nin ayinlerinde kullanılmaktaydı ve bu sayede varlığını koruyabilmişti. Champollion ayrıca hiyeroglifleri çözmeye başlamadan önce Latince, Yunanca, İbranice, Etiyopya dili, Sanskritçe, Zentçe, Pehlevi dili, Arapça, Suriye dili, Keldanice, Farsça ve Çince gibi dillerde de ustalaşmıştı.

Jean-François Champollion Rosetta Taşı’ndaki metnin Yunanca kısmı çevrildiğinde anlaşılıyor ki; bu taş, M.Ö. 196’da, V. Ptolemy (Ptolemaios) tarafından kendi yönetiminin propagandası için yaptırılmıştı.
Champollion, hiyeroglif yazıt üzerine yoğunlaştığında önemli bir şey fark etti: Yazının tamamen resimsel olması için, bağımsız hiyerogliflerin çok az olduğu ancak tamamen fonetik olması için de çok fazla olduğuydu. Rosetta taşındaki Yunanca metin içindeki isimlerin, hiyeroglif bölümündeki oval kartuşlara karşılık gelebileceğini öngördü.
Ptolemy ve Kleopatra adlarını gösteren hiyeroglifler, yabancı kökenli oldukları için Mısır dilinde hiçbir anlam ifade edemezdi. Champollion, bu sebeple, onların fonetik olarak yazılmaları gerektiğini varsaydı ve varsayımı doğruydu. Rosetta Taşı’nın üzerindeki isimler, hiyeroglif yazının çözülmesinde, zorlu bir kilidi açan anahtar görevi görecekti.

1.3. Hiyeroglifler nasıl okunur?
Oval bir döngü ile etrafı çevrili bir dizi hiyeroglifin kral isimlerini vurguladığı keşfedilmişti. Bunlara Fransızca ‘fişek’ anlamına gelen ‘cartouche’ (kartuş) adı verilmişti. “18. yüzyıl Fransız topçularının silahlarını doldurduğu sosis şeklindeki barut ve mermi bohçasına” benzerliği bu adın kullanılmasına ilham olmuştur.

Kleopatra III kartuşu (Kom Ombo Tapınağı) Hiyeroglif karakterlerindeki başlar hangi yöne bakıyorsa “tıpkı bir aynadaki yansıma gibi” o yönden okunur. Bir kartuş, etrafındaki diğer metnin yönüne bağlı olarak yatay veya dikey olarak yönlendirilebilir. Buna göre, hiyeroglifler soldan sağa, sağdan sola ve yukarıdan aşağıya olmak üzere üç farklı şekilde okunabilir.

Kleopatra kartuşunda “t” sesi 
Görsel, Hilary Wilson “Hiyeroglifleri Anlamak” kitabından. Ptolemy ve Kleopatra kartuşlarında “T” sesi birbirinden farklı işaretlerle gösterilmiştir. Kleopatra kartuşundaki “t” sesi artık “d” olarak kabul edilir. Diğerinden kısmen daha yumuşak telaffuz edilir.

Kleopatra kartuşunda “r” sesi Kıpti dilinde “ağız”, “ro” demektir. Mısır dilinde ağız işareti “r” harfi için kullanılıyordu.

Alfabetik olarak kabul edilen hiyeroglif işaretler (Hilary Wilson, Hiyeroglifleri Anlamak) 
(üstte) Rosetta Taşı üzerinde hiyeroglif karakterlerle yazılmış Ptolemy adını ve (altta) Mısır hiyerogliflerinin deşifre edilmesine yardımcı olan Philae Dikilitaşı’nı içeren kartuş.
Kartuşların bazılarında, şahıs isimleri, sıfatlarıyla (ayrıca kişi isimlerinde zamirler, edatlar vb. kullanılır) birlikte yazılmıştır.
Çizim: Samet Demir Champollion, Greko-Romen egemenliğinden öncesine uzanan kartuşları incelemek istedi. Eline Abu Simbel Tapınağı’ndan gelen rölyefler geçti. Kartuştaki güneşe benzer işaretin, güneşi temsil eden bir semagram olduğunu düşündü. Güneş kelimesinin Kıpti dilindeki karşılığı ‘ra’ idi. O halde buradaki güneş semagramının ses karşılığı ‘ra’ olmalıydı. Sonunda okuduğu kartuşun Rameses olduğundan emin olduğunda “Je tiens l’affaire” diye çığlık attı. Bulmuştu, “en eski geleneksel isimler bile fonetik olarak yazılmaktaydı.”

Ramses ismi, yaygın bir isim olan Ramose’nin (Ra’dan doğma) kraliyet versiyonundan ibaretti.
Birinci Bölümün Sonu
Kaynakça
Childe, Gordon, Tarihte Neler Oldu?, çev. Alaeddin Şenel – Mete Tunçay, Kırmızı Yayınları, İstanbul, 2014.
Freeman, Charles, Mısır, Yunan ve Roma: Antik Akdeniz Uygarlıkları, çev. Suat Kemal Angı, Dost Yayınları, Ankara, 2018.
M. Naci Kayaoğlu – Ayşe Çetinoğlu, Mısır Hiyerogliflerini Çözüme Götüren Dilbilim Anahtarları, Karadeniz Black Sea Dergisi, Cilt 1, Sayı 17, 39 – 52, 01.02.2013
Singh, Simon, Şifre Kitabı: Antik Mısır’dan Kuantum Bilgisayarlara Gizlilik Bilimi, çev. Ali Atav, Buzdağı Yayınları, Ankara, 2020.
Wilson, Hilary, Hiyeroglifleri Anlamak: Antik Mısır İçin Bir Anahtar, çev. Cemal Can Tarımcıoğlu, Maya Yayınları, İstanbul, 2022.