Samet Demir

Mayıs ayıydı. Güzel bir sabahın ortasında hava kızıl bir pusla karardı. Bu andan sonra güneş neredeyse görülemez hale geldi. Güvenli bir yer bulup sığınamayan insanlar, toz duvarları arasında bayıldılar. Daha şanssızlarıysa boğulmuşlardı.
Hamsin rüzgârları, kumdan yaratılmış bir canavar edasıyla güneyden gelerek Mısır’ı vurmuştu. Mısırlıların yaşam suyu Nil nehri, ince yeşil bir örtünün arasından akarken onun etrafını saran korkunç çöl kendisini hatırlatmıştı.
Kralın kızı Nefertiabet, Memfis’teki sarayın en güzel odasındaydı. İnce işçilikle yapıldığı çok belli olan boğa bacaklarıyla tamamlanmış bir taburenin üzerinde oturuyordu. Masasının üzeri yiyeceklerle doluydu. İyi bir ziyafet çektikten sonra birasını yudumlarken düşüncelere dalmıştı. Leopar derisinden elbisesi, sağ omzunu açıkta bırakıyordu. Uzun siyah peruğunun bir kısmı omzuna dökülüyor, bir kısmı ince beline doğru iniyordu. Gözlerine bir an olsun bakabilen kişi oradaki kararlılıktan büyülenirdi. Onu yakından görme şansına erişenler, bu zarif ve çekici kadının Tanrıça İsis’ten bir parça olduğuna inanırlardı.
Nil nehrinin sularının Mayıs’ta yükselmeye başlamasıyla Khufu, Birleşik Mısır’ın kralı olarak ülkenin kuzeyine ve güneyine yaptığı seyahatlere ara vermişti. Sınırsız güçle hükmeden bütün hükümdarlar gibi özgüvenle doluydu. Tanrı Osiris’in yeryüzündeki yansımasıydı. Tutkularına ve hırslarına gem vurulamazdı. O gün, Nefertiabet’in odasına girdiğinde prensesi düşünceli buldu. Khufu, en nazik haline bürünerek kibarca sordu:
“Mısır’ın en güzel kadınını bu denli düşündüren şey ne olabilir?”
Nefertiabet toparlandı. Düşüncelerinden sıyrılarak güler yüzle karşılık verdi:
“Hoş geldiniz Majesteleri! Güneş Tanrısı’na dua ediyordum.”
“Eminim Ra, bütün dileklerini kabul edecektir.”
“Sizden de bir isteğim olacak Majesteleri. Umarım bu isteğimi yerine getirirsiniz.”
“Elbette. Sadece söylemen yeterli.”
“Yaptırdığınız piramidi yerinde ziyaret etmek isterim.”
Khufu, prensesin isteğini makul bulduğunu gösteren bir baş onayıyla gülümseyerek odadan ayrıldı. Derhal piramidin baş mimarı Hemiun’u odasına çağırdı. Bu ziyaretin hazırlıklarıyla ilgilenmesini buyurdu. Hemiun, kraliyet soyundandı. Ayrıca Khufu’nun yeğeniydi.
Nil Deltası yakınlarındaki Memfis Sarayı’nın o gün büyüleyici bir manzarası vardı. Nefertiabet, saraydan ayrıldığında hava çok güzeldi. İki Ülkenin Övgüsü bir prenses ağırlayacağından özenle hazırlanıyordu. Sedir ağacından yapılmış müthiş bir teknenin kendisi için hazırlandığını gören Nefertiabet adımlarını hızlandırdı. Onu Hemiun karşıladı. Elini uzatarak prensesin tekneye binmesine yardımcı olurken coşkulu bir ses tonuyla konuştu:
“İki Ülkenin Övgüsü’ne hoş geldiniz.”
“Biliyor musun Hemiun, bu teknenin adı çok hoşuma gidiyor.”
“Kral Sneferu bu kızın inşasında kullanılan sedir ağaçlarını Fenike’den getirtmişti.”
O an, Hemiun, belki de Sneferu’nun Khufu’dan daha yumuşak mizaçlı bir kral olduğunu düşünmüştü. Ancak artık Kral Khufu’nun devriydi, bu yüzden düşüncesini dile getirmedi. Prensesin korunaklı köşküne geçtiğini görünce kürekçilere işaret verdi. 12 kürekçi aynı anda küreklere asıldılar, tekneyi kuzeye doğru yüzdürmeye başladılar. Adıyla Yukarı ve Aşağı Mısır’ın birliğini ifade eden güzel tekne, Nil’in sularında tasasız süzülüyordu. Nil Nehri, güneyden kuzeye doğru aktığı için ülkenin güneyine Yukarı Mısır, kuzeyine Aşağı Mısır deniliyordu.
Giza’ya vardıklarında tekneden önce mütevazı sayıdaki koruma askerleri indi. Askerleri Büyük Piramit’in mimarı Hemiun takip etti. Prensese inmesi için elini uzattı.
Piramit tamamlandığında kuşkusuz Mısır’ın en görkemli yapısı olacaktı. Nefertiabet çalışmaları izlerken gördüklerine inanamıyordu. Piramit alanının etrafına adeta yeni bir şehir kurulmuştu. Ömründe bu kadar insanı hiç bir arada görmemişti. Hemiun, prensesin hayranlığını artıracak şekilde konuşmaya başladı:
“Burada çalışan insanların çoğu mimarlardan, astronomlardan, matematikçilerden, yetenekli zanaatkârlardan ve ülkenin en iyi uzman işçilerinden oluşur. Nil’in taştığı dönemlerde çiftçiler de yardımcı olur.”
Prenses, taş ocaklarından getirilen devasa taş bloklarını görüyordu. Gemilerle taşınmış taş bloklar, piramit inşaat alanının yakınlarına kadar naklediliyor, kızaklara yükleniyor, insanlar ve hayvanlar tarafından rampanın üzerinde çekiliyordu. Hemiun’u gören insanlar onu saygıyla selamlıyorlardı. O, devletin veziri ve piramidin mimarıydı. Prensesin bölgedeki varlığıysa insanların çalışmaları için ayrı bir şevk kaynağı olmuştu. Nefertiabet bir an için mimara döndü. Şöyle dedi:
“Merak ediyorum Hemiun, çatısı bittiğinde nasıl görünecek? Böyle bir ağırlık nasıl ayakta kalır?”
“Yukarıdan aşağı doğru gelen muazzam ağırlığı azaltmak için piramit içinde Büyük Galeri tasarladım. Piramit bittiğinde kuşkusuz müthiş görünecek. Belki de Mısır’da bu kadar büyüğü bir daha inşa edilemeyecek. Binlerce yıl ayakta kalacak.”
Havada yüzü okşayan tatlı bir esinti vardı. Nefertiabet çalışmaları daha yakından izlemek istedi. Baş mimar gökyüzüne kısa bir bakış attıktan sonra prensesin adımlarını izledi. İkisi de piramide artık çok yakındı. Yeni mesafeden ayrıntıları gözlemlemek kolaylaşmıştı. Kral kızı öncelikle rampanın dikliğine hayret etti. Rampanın her iki tarafındaki merdivenleri gördüğünde küçük bir çığlık attı. Hemiun detayları anlatmak için yeniden heveslendi:
“Buradaki sistem, iki yanı merdivenle çevrili merkezi bir rampadan oluşuyor. Merdivenlerde çok sayıda direk deliği var. Piramitlerin hemen güneyindeki taş ocağından, ayrıca Mısır’ın doğu çöllerindeki taş ocağı Hatnub’dan getirilen taş bloklar, direklere iplerle bağlanmış kızaklar kullanılarak yukarıya doğru çekiliyor. Hem böylece aynı anda çok sayıda insan kuvvet uygulayabiliyor. Bu da taşıma hızını artırıyor.”
Nefertiabet, bütün bunları düşünen adamı övmek için araya girdi:
“Bu kadar ince fikir Set’in aklına gelmez.”
Hemiun’un bu övgüden canı sıkılmışa benziyordu. Her ne kadar Set bir Tanrı da olsa iyilikle anılmazdı. Biraz önceki tatlı esintinin yerini hafif uğultulu bir rüzgârın aldığını duyumsuyordu. Yeni durumdan tedirgin olmakla birlikte sözlerini tamamlama gayretinde bulundu:
“Şu gördüğünüz özenle kesilmiş taş blokların her birinin ağırlığı yaklaşık 2,5 tondur. Rampanın çok dik –ki yaklaşık 20 derece eğimli- olması gerektiğini hesaba kattığımızda büyük sorunların oluştuğunu tahmin edersiniz. Buradaki maharetli ellerin yardımıyla üstesinden geliyoruz.”
Uğultu git gide artmaya başladı. Hemiun’un tedirginliğini şimdi prenses de paylaşıyordu. Platoya aniden bir huzursuzluk çökmüştü. Önce hayvanlar acınacak bir halde böğürmeye koyuldular. Onların sesini rüzgârın çaldığı keskin ıslıklar bastırıyordu. Bir an bütün sesler kesilir gibi olduğunda Hemiun, prensesi güvenilir bir yere götürmesi gerektiğini hatırladı. Kulaklarındaki çınlama öyle güçlüydü ki kralın kızını yanına çağırdığında kendi sesini duyamıyordu. Rüzgâr şiddetlenerek geri döndü. İnsanın tenini yakacak kadar hızlı vuruyordu. Nefertiabet, ne yapacağını bilemediğinden iki elini yüzüne siper etmişti. Başını kaldırmaya cesaret ettiğinde insanların çığlık atarak piramit alanının yakınında işçiler için hazırlanmış konutlara ulaşmaya çalıştığını gördü. Yularlarından kurtulmaya başlayan hayvanlar etrafta başıboş koşuyor, hiç dinmeyecek bir uğultu her yere hâkim oluyordu. Bir fırtına güneyden geliyor, durmaksızın hiddetleniyordu.
Güzel başlayan gün kâbusa döndü. Berrak gökyüzü karardı, pusla kaplandı, kızıla büründü. Hemiun umudunu henüz yitirmemişti. Son bir gayretle haykırdı:
“Prenses, sesime gelin! Çöl ayağa kalkıyor. Lütfen duyun beni.”
Yüce vezir, baş mimar cümlelerini ağlamaklı bitirmişti. Zekâsının ve soyunun onu getirdiği makamlara rağmen kudurmuş çöl karşısında çaresizdi. Yere diz çöküp öksüren insanlardan oluşan bir koridoru yoklayarak yürüdü. Bütün çabaları boştu. Kendisine canı emanet edilen tek insanı, tozun kör edici yollarında bulamıyordu. Hengâmede yük hayvanları tarafından ezilen insanların vücut bütünlüğü bozulmuş cesetleri her bir köşedeydi. Ayakta kalanlarsa can havliyle tam bir isyan halindeydi. Kaçmaya çalışanlardan bazıları ona çarptı. Sendeledi. Düştü. Her yer kum, kireç taşı ve kan kokuyordu.
Mısır’ın kumları, Tanrı Set’in öfkesini taşıyarak insan kibrinin üzerine bütün ihtişamıyla çullandı. O gün en fedakâr olanlar, kızak çekerken çöl fırtınasına yakalananlardı. Kendileri ve diğerleri için taş bloklardan birini güçlerinin yettiğince çekmeye devam etmişlerdi. Taşı yerine oturtabilseler güvenli bir yere kaçmak için fırsat doğacaktı. Ellerinden kaçırdıkları takdirde 2,5 tonluk bir ağırlığın serbest düşüşü ölüm tanrılarını mutlu ederdi. Her ölümlünün yapabileceklerinin sınırı bellidir. Onlar direndiler ama başaramadılar. Vahşetin büyüğü o zaman yaşandı. Muazzam taş blok kayarak önüne çıkan herkesi ezdi, kimilerini de yukarıdan aşağıya fırlattı. İplerin bağlı olduğu direkler sıra gözetmeksizin kırılmıştı. Nefertiabet yarı baygın bir halde yatıyordu. Piramidin üzerinden gelen gümbürtüye gözlerini açtı. Belki üç dört saniyelik kısa bir zaman diliminde büyük taşın altında kalabilirdi. Oysa bulanık görüyordu. Gerçi kaçabilecek dermanı da yoktu.
Çöl, keyfinin kaçmadığı zamanlarda onunla yaşayanlara adil davranırdı. Huzur vermekse fıtratına aykırıydı. O sakin kalsa yeterdi. Kimse daha fazlasını ondan beklemezdi. O gün huysuzluğu üzerindeydi. Azıp kudurmuştu. Kralın kızı bile olsa, çölün nazarında kimsenin ayrıcalığı yoktu. Mısır’ın en güzel kadını beş duyu organından bazılarını kaybetmiş gibiydi. Hissetmiyor ve koku almıyordu. Aksine kulakları sanki eskisinden daha iyi duyuyordu. Belki de bu yüzden ilk önce atların kişnemelerini işitti. Sekiz ayaktaki nalların sesini ayırt edebiliyordu. Toz duvarlarının arasından görüş mesafesine girdiklerinde, bu kâbusun içinde hayal gibi olan iki atın başını seçebildi. Ne şahaneydi! Bir an sonra dizginleri elinde tutan genç adamı gördü. Yüksek rütbeli bir askere benziyordu. Aslında bir kralı andırıyordu. Deriden yapılmış ve ahşapla çevrelenmiş bir gövdenin üzerinde ayakta duruyordu. İki tekerleğin üzerinde gidiyordu. Genç adam dizginleri beline geçirdi. Güçlü kollarıyla prensesi kaldırıp yanına aldı. Yalnızca bir an sonra dev kireç taşı düştüğü yerde parçalandı.
Uzun yüzlü, geniş kartal burunlu, güçlü çeneli, çıkık elmacık kemikli adamın kızıl saçları vardı. Nefertiabet, kurtarıcısını tanımıyordu. Üzerine bindiği gövdeyi atların çektiği bu tekerlekli araba bile ona yabancıydı. Hala korkuyordu. Diğeri onun gönlünü ferahlatmak için gayet anlaşılır bir dille usulca konuştu:
“Güneş Tanrısı’na dua edin. Korkmayın Prenses.”
“Güneşi göremiyorum.”
“Endişelenmeyin. Horus’un gözü görüyor.”
Gün aydınlandı. Ortalığı kasıp kavuran Hamsin rüzgârları ülkeyi terk etti. Hiçbir şey yaşanmamış gibi Nil berrak ve sakin akıyordu. İki Ülkenin Övgüsü işte oradaydı. İlk gördüğü gün nasılsa öyle güzeldi. Nefertiabet yanı başındaki adama dönüp sordu:
“Sizi buraya Kral Khufu mu gönderdi? Kendinizi tanıtır mısınız?”
“Adım Ramose. Herkes beni Mısır’ın en ihtişamlı firavunu Büyük Ramses olarak tanır. Sizden 1300 yıl sonra doğdum. Beni kimse göndermedi. Sizin için başka bir zamandan geldim.”
Prenses, o gün, sırrı çözebilmiş miydi bilinmez. Duyduklarında anlam veremediği kavramlar vardı. Oysa merak ettiği konu başkaydı. Net bir cevap almak istediğinden sesine soylu bir ciddiyet katarak şöyle dedi:
“Söyler misiniz, piramit tamamlanabildi mi?”
“Kuşkunuz mu var? İnsanoğlunun hırsı dizginlenemez.”
SON
Not: Bu yazı, hayal gücümün ürünüdür. Tarihî kaynaklara başvurulmuş olsa da tarafımca kurgulanmış bir öyküdür. Kaynak niteliği taşımaz.
Yazar: Samet Demir
Yorum bırakın